Söyleşi: Sibel Gögen
“Ey güzel mermer, gözü sana ilişenlerin gönül gözünü açasın. Sana dokunanlara aşkı öğretesin.”
Osmanlı Sultanı Fatih Sultan Mehmed Han “Şehr-i İstanbul’un alınmasının kâfi olmadığını, asıl şehrin inşa edilip reayanın gönlüne girmek gerektiğini” buyurmuş ve Mimar Hayreddin’e payitahtın yeni başkentine çarşıların şahı Kapalıçarşı’nın imarını emretmiştir.
Yazar ve çevirmen Fuat Sevimay, mermerinden zanaatkârına, sultanından mimarına, esnafından müşterisine Kapalıçarşı’nın efsunlu ruhunu büyüleyici, destansı, masalsı ve oldukça da eğlenceli bir dille anlatıyor son romanı Kapalıçarşı’da. Üstelik benzersiz bir kurguyla neredeyse beş yüzyıllık bir zamanda gezdiriyor bizleri. Fuat Sevimay’la Mayıs 2017’de hep kitap etiketiyle yayımlanan ve 2015 yılında henüz yayımlanmadan Ahmet Hamdi Tanpınar Roman Yarışması’nda ödüle değer görülen “Kapalıçarşı” adlı romanı, edebiyat, gündem ve hayat hakkında keyifli bir söyleşi yaptık.
Zamana başkaldıran, kalıpları yıkan romanlar yazıyor ve dilimize çeviriyorsunuz. Binbir Gece Masalları, Şehrazat, Dede Korkut Hikâyeleri ya da Türk musikisinin kimi zaman neşeli kimi zaman hüzünlü bir makamı ahengiyle okudum Kapalıçarşı’yı. Bu kadar geniş zamana, coğrafyaya yayılmış bir konuyu, üstelik bunca karakterle, hem tarihi, hem mizahi hem de günümüze özgü kılmayı nasıl başardınız?
Çok teşekkür ederim. Binbir Gece hepimizin, bütün bir edebiyatın içine doğduğu hikâye. Şehrazat’ın ve Dünyazat’ın da hayranıyız. Dede Korkut bir büyük bilge. Bu isimlerle birlikte anmanız dahi Kapalıçarşı için büyük onur. Nasıl başardığıma gelince, sanırım işin sırrı Kapalıçarşı’da. Benim marifetim belki sadece o ruha temas etmiş olmak. Çünkü onca zamanı, onca sesi, onca kişiyi ve onca ışığı yüreğinde barındıran aslında çarşının ta kendisi. Ne mutlu bize ki her kuytusunda bir makam barındıran ve görmesini bilene çağlara dayanan büyülü ışığını gösteren böylesi efsunlu mekânlara sahibiz. Ve ne yazık bize ki bir yandan bu mekânların vârisiyken, öte yandan beton yiyip beton içer, sentetik hayatlar solur hale geldik. Umarım roman, bu saçma sapan döngünün kırılması yönünde hem Kapalıçarşı’nın, hem Ahiliğin, hem de mizahın sözcüsü olur. Azıcık katkım olacaksa ne mutlu bana.
Romanda mermer ustalığından Ahiliğe, Hurufiliğe, kavaflığa, dokumacılığa, tulumbacılıktan külhanbeyliğine, kayıp zanaatlara uzanan pek çok tarihi, kültürel, dini detay yer alıyor. Nasıl bir araştırma, gözlemleme, planlama ve hazırlık süreci geçirdiniz? Kapalıçarşı esnafıyla görüşmeleriniz oldu mu mesela?
Bir zaman Kapalıçarşı’da çalışmış olmak muhtemelen en büyük sermayemdi romanı yazarken. Bununla birlikte tarihe meraklı oluşumun da faydasını gördüm. Ama Kapalıçarşı’yı utandırmayacak bir iş çıkarmak için cepteki verilerin de ötesine geçmek gerekiyordu. O nedenle Kapalıçarşı denince ilk akla gelen kuyumcu, turistik eşya satıcısı, halıcı ve sair esnafın dışında, ancak meraklısının bildiği kimi çarşı zanaatkârıyla görüştüm. Gramofon ustasından örücüye, saat tamircisinden antikacıya, keçeciden çantacıya varana dek bir dizi esnafın hem kişilikleri hem de verdikleri bilgiler romana yansıdı. Bunun dışında esnaf derneğinden Cem Arıca’nın aktardığı bilgilerin çok katkısı oldu. Romandaki kimi ritüel ve terimler için Fütüvvetname ve Kamûs-i Bahri gibi sayısız kaynaktan yararlandım ama bunları malumatfuruş seviyesine taşımadan, gündelik dille sızdırmaya çalıştım. Ayrıca İç Bedesten, Beyazıt Sahaflar ve özellikle Şark Kahvesi’nde bolca vakit geçirip gördüklerimi sindirmeye çalıştığımı söylemeliyim.
Kadıköylü bir yazar olduğunuzu biliyoruz. Romanınızı “küçüklüğünüzde sizi elinden tutup Kapalıçarşı’ya götüren babanıza” ithaf etmişsiniz. Kapalıçarşı hakkında roman yazma fikri ne zaman oluştu ve nasıl gelişti zihninizde? Orhan Kemal Öykü Ödülü alan Ara Nağme adlı ödüllü öykü kitabınızdaki bazı öyküler nüvesi mi oldu bu romanın?
Kapalıçarşı aslında (ve farklı bir anlatıyla) hayatta yazdığım ilk öyküydü ve önce Mimarlar Odası’nın yarışmasında tekil halde ve sonra Ara Nağme kitabımda yer alarak ödüllendirildiğinden benim için de bu öykü çok özeldir. Ama edebiyatta biraz yol aldıktan sonra bu öykünün ve Kapalıçarşı’nın hikâyesinin roman formuna çok daha uygun olacağının farkına vardım. En nihayetinde beş yüzyıllık bir kesitten bahsediyoruz. O nedenle temele yine çarşının kuruluşunu almakla birlikte, çarşıda her gün binlerce insanla yaşananın bir benzerini, çok sayıda kişinin yolunun kesiştiği bir roman kurguladım ve bu haliyle içime çokça sindiğini söyleyebilirim.
Kapalıçarşı’nın kendine özgü bir dili ve terminolojisi var. Eski Türkçe, Osmanlıca, hatta Fuat Sevimayca bir dil kullanmışsınız ki bu da romanı oldukça sıcak ve samimi kılmış. Pek çok dil bildiğinizi ve James Joyce’un “asla çevrilemez” denilen eserini Finnegan Uyanması adıyla Türkçeye çevirdiğinizi, çeviri dersleri verdiğinizi biliyoruz. Kapalıçarşı’yı yazarken bunların etkisi, katkısı oldu mu? Kapalıçarşı başka dillere çevrilecek olsa bu kendine özgü dilden, deyimlerden kayıp verir mi? Edebiyatımızda çevirinin bulunduğu konumdan biraz söz eder misiniz bizlere?
Belki beklediğiniz yanıt bu değil ama hem Kapalıçarşı özelinde ve hem de diğer metinlerde, çevirinin kurguya değil, kurgunun ve o alanda kalem oynatmanın çeviriye katkısı olduğu fikrindeyim. Verdiğim derslerde de çevirmen arkadaşlara bunu, yani yazmalarını ve yazarken edindikleri cümleyi hissetmek, bağlamı koklamak gibi deneyimleri çeviride kullanmalarını salık veriyorum.
Kapalıçarşı zaten benim çeviri serüvenimden önce yazılmış bir metindi. Onun dışında da çeviriyle kurgu büsbütün farklı disiplinler ve ilk akla gelen şekliyle her ikisinin de yazma eyleminin parçaları olması dışında birbirlerine benzemedikleri çok yön de var. Ben ya da dünyanın bir yerlerinde birileri Finnegan Uyanması gibi bir metni çevirmişse, Kapalıçarşı çevrilirse niteliğini ya da deyimlerini kaybeder mi diye kaygılanmamamız gerekir.
Kapalıçarşı’dan bağımsız olarak ise memleketin en iyi olduğu dallardan birisi de çeviri belki. Çünkü Türkiye, Avrupa’da en çok çeviri yapılan ülkelerden birisi ve gerek akademi ayağıyla ve gerekse yayınevi-çevirmen ilişkisiyle çok nitelikli işler çıkıyor. Sorunlar yok mu, elbette var. Ama yine de birçok ülkeye kıyasla çok iyi bir yerde olduğumuzu bu konuya kafa yormuş biri olarak söyleyebilirim. Yeter ki okur, çevirmen seçmeyi ve emek hırsızı yayınevlerinden uzak durmayı bilsin.
Eserleri birçok edebiyat ödülüyle taçlandırılmış bir yazarımızsınız. Kapalıçarşı romanınız da Ahmet Hamdi Tanpınar Roman Yarışması’nda ödüle değer görüldü. Edebiyat ödülleri hakkında neler söylersiniz bizlere? Ödüllerin sizin yazı yolculuğunuzdaki yeri nedir?
Az önce de andığım gibi benim edebiyat yolculuğumu başlatan, teşvik ve cesaret aşılayan bir ilk ödüldür. O nedenle ödül müessesinin faydasına inanırım ta ki suyu çıkmasın. Şunu kastediyorum; birçok konuda olduğu gibi ödül müessesinin de olumlu ve olumsuz yanları var. Olağanüstü özveri ve iyi niyetle verilen ve en güzeli de takdire ihtiyaç duyan yapayalnız yazara/çevirmene ışık tutan ödüllerin varlığı kadar, dostlar alışverişte görsün ödülleri yahut neredeyse metne bakılmadan verilen, bu sene kimi parlatalım ödülleri de söz konusu. Bence burada yine bütün bir edebiyat camiasının iyi niyetli aktörlerine çok iş düşüyor ki eğriyle doğru ayrılsın. İyi ve dürüst çabalar el üstünde tutulurken art niyetli işler de gereğince ve özgürce konuşulsun.
Her yazarın “edebiyata başlama” konusunda kendi hikâyesi var sanırım. Sizinki nasıl bir hikâye? Yazma isteği uzun zamandır karar verilmiş, hesaplanmış, içten içe sizi kurt gibi kemiren, kaynayan bir duygu muydu? Yoksa bir sabah ansızın pat diye kapınızı mı çaldı? Bundan sonra neler olacak edebiyat yolculuğunuzda?
Maalesef uzun yıllara dayanan bir ilişkimiz yok edebiyatla. Daha önce çok yerde anlattığım şekilde her şey bir can sıkıntısının hayra vesile olması hikâyesi. Ama sonrası dolu dolu ve aşk ile geldi.
Bundan sonrası için birkaç çeviri, kafamda şimdiden dönmeye başlayan bir roman ve bir çocuk kitabı hayal ediyorum ama bu hayallerin gerçeğe dönüşmesi biraz da okurun kararına bağlı elbette. Öte yandan mutlaka bir “James Joyce kitabı” yazmak istiyorum. Hayatından eserlerine, Ulysses’den Finnegan Uyanması’na varana dek kurgusal bir kılavuz. Çok arzu edip hayalini kurduğum bir diğer iş ise birkaç yıl sonra İstanbul-Tahran ve İstanbul-Atina arasını yürümek ve bu seyahatleri gezi edebiyatıyla yansıtmak. İkinci romanım AnarŞık oyunlaşmıştı ve onun tekrar sahnelenmesi de bir uzak hayal olarak bir yerlerde duruyor. Ve daha bir dolu şey. Hangisi kısmet olursa.
Eğlenceli, mizahi üslubunuz ve kaderleri birbirlerine bağlı sağlam karakterlerinizle beş yüzyıllık koskoca tarihi sığdırmışsınız Kapalıçarşı’ya. Okurken tam kendi kendime “Bu romandan şahane bir film olur ya da tiyatroya uyarlanabilir!” diye düşünürken üç perdelik “İstanbul Şehir Tiyatrolarının İlk Temsili” bölümü, tüm karakterlerin katıldığı bir İsa’nın Son Yemeği tablosuyla çıkıverdi karşıma. Ne dersiniz? Böyle bir düşünce var mı aklınızda?
Kapalıçarşı bence roman olarak kalsın. Sinema muhteşem bir sanat dalıdır ne var ki edebiyatın, sinemanın lütfuna ihtiyacı yoktur. Söyleminin arasına, “Yazdığımın sinemaya uyarlanması beni çok mutlu eder” lafını bir büyük hayal olarak sıkıştıran edebiyatçı da biraz âciz hal sergiler kanımca. Şahsi fikrimdir ve aksini düşünenlere saygı duymakla birlikte mesafeliyimdir.
Tiyatroya gelince, yukarıda da andığım gibi sahnelenen bir romanım var ve benim yazdıklarım bir yana, edebiyat-tiyatro ilişkisini çok daha verimli buluyorum.
Kapalıçarşı özelinde de şunu söyleyebilirim; vakti müsait olanların kitabı alıp çarşıdaki bir mekânda okuması ve arka planda çarşının doğaçlama sesini dinlemeleri çok lezzetli olabilir. Bunu yapıp çok keyif alanlar var, oradan biliyorum. Ve bu şekilde yolunu düşüren olursa Şark Kahvesi’nde o sahneyi bir gözlerinde canlandırsınlar. Hoş olacaktır.
Kapalıçarşı bir yazarlar, şairler ve musiki geçidi de sunuyor okurlarına. Hiç beklemediğimiz bir anda satır aralarına sıkıştırdığınız bir şiir, roman, öykü ya da mahur bir beste çıkıveriyor karşımıza. Şu giderek çoğalan “Mutlaka okunması gereken on beş kitap vb.” diye bir liste sormuyorum elbette ama kimler sizi çok etkiledi, neler okur, neler dinlersiniz? Yeni yazarlar için neler önerirsiniz?
Ben de bir nevi yeni yazar olduğumdan, öneride bulunarak haddimi aşmak istemem. Ama edebiyat gönüllüsü herkese hayata karşı duyarlı olmalarını, haksızlıklar karşısında yekvücut ve cesur olmalarını öneririm. Yaşadığımız günlerin bu duygulara çok ihtiyacı var.
Öte yandan romanı okuyanlar Latife Tekin’in ve İhsan Oktay’ın metinde kol gezdiğini göreceklerdir zaten. Hayranı olduğum bu isimlerin yanı sıra Oğuz Atay, Leylâ Erbil ve Gabriel Marquez’i anmalıyım. James Joyce ise benim için başlı başına uçsuz bucaksız bir derya.
Tınılara ve seslere gelince, Kazancı Bedih ve Hamiyet Yüceses dinlerim. Bülbülderesi’nin kırlangıçlarını ve Kuzguncuk’un dalga seslerini dinlerim. Björk ve Feyruz dinlerim. Moda’da bir sabahın yıllara bedel dingin güzelliğini dinlerim. Yüreğimin sesini ve dostlarımın yüreğini dinlerim.
St. Petersburg’da dolaşırken “Dostoyevski, Suç ve Ceza romanı ile adım adım şehir turu”, “Anna Karanina’nın izinde şehir turu”, “Puşkin’in düellodan önce son yemeğini yediği kafede şiir dinletisi” gibi Rus edebiyatını ve turizmi birleştiren şehir turlarına çok imrenmiş, elimde harita Raskolnikov’un izini sürmüş, keşke bizde de olsa demiştim. Bu roman tam da böyle bir edebiyat gezintisi için biçilmiş kaftan gibi geldi bana. Ne dersiniz, edebiyatı sevdirmek, tanıtmak, daha geniş okur kitlelerine yayabilmek için buna benzer edebiyat ve turizm turları bizde de yapılamaz mı, tıpkı Miriam ve Matteo’nun yaptıkları gibi?
Aslında aynı soru birkaç gün önce sorulduğunda, muhtemelen edebiyatın metalaşması kaygısıyla, olumsuz yanıt vermiştim. Ama sonra hem sizin verdiğiniz örnekleri hem de James Joyce edebiyatının Dublin’e ve tanıtımına sağladığı büyük katkıyı düşününce de neden olmasın demek geçiyor içimden. Yeter ki düzgün bir etkinlik çıksın ve belki de bir dernek yararına yapılsın. Edebiyatın sevilmesi için bir hayli çaba harcadığımı, söyleşiler ya da etkinlikler düzenlediğimi söyleyebilirim ve bunlar bana nefes aldıran, hayatı anlamlı kılan şeyler. Dolayısıyla Kapalıçarşı ve edebiyat özelinde de böyle bir tur düzenlenebilir. Bakalım, zaman ne gösterir bilinmez.
Sibel Gögen – edebiyathaber.net (24 Mayıs 2017)