Söyleşi: Serkan Parlak
Funda Gökgücü ile eşi Erhan Gökgücü’nün ilk polisiye romanı Muz Kabuğu Cinayeti ve romanın ortaya çıkış sürecindeki ortak üretimleri hakkında konuştuk.
Eşiniz Erhan Gökgücü’nün polisiye romanı Muz Kabuğu Cinayeti’ni keyifle okudum. Eşinizi 13 Şubat 2020’de kaybettiniz. Öncelikle görüşme isteğimizi kabul ettiğiniz için size çok teşekkür ederim. Şöyle başlamak isterim: Erhan Beyin bir günü nasıl geçerdi, nelerden ilham alırdı, nasıl çalışırdı, yazarken ritüelleri var mıydı?
Erhan yazarlığının yanı sıra duayen bir hoca ve rejisördü. Bir günün nasıl geçeceği duruma göre değişirdi. Eğer reji yapıyorsa tüm gün sahnede olurduk. Uzun ve yorucu provaları ile ünlüdür ama o oyun mutlaka bütün ödülleri toplardı. Okula derse gidiyorsa bu uzun ve yorucu provalardan öğrenciler de nasibini alırdı. Yazarken elbette her yazar gibi ritüelleri vardı. Sigara ve kahve çok tüketirdi. Erhan çok bunalırsa bulaşık yıkardı. Tarkovski de çektiği filmin sahnesinde tıkanınca gidip mantı açarmış ve içinden şunu tekrarlarmış. “Bundan daha zor olamaz ya!” ve elbette satranç… Satranç oynardık. O sırada ne çalışıyorsa esere dair playlist hazırlardım. Muz Kabuğu Cinayeti için de bir playlist yaptım. Belki bunu bir gün paylaşırım. Çok kısaca bunlar diyeyim. Bir envanter çıkartırsam çok uzun olur.
Oyun yazarı, rejisör ve oyuncu Erhan Gökgücü nasıl oldu da polisiye yazmaya karar verdi?
Bir sabah kahve içiyorduk, birdenbire “Ben artık oyun yazmayacağım.” dedi. Sesindeki kırıklığı sezmiştim… Oyunlar oynanmak için yazılır, okumak için değil. Türkiye’nin hızla değişen siyasal yapısı nedeniyle oyunları uzun süre oynamayacaktı. İdeolojiye karşı savaş, yeni bir ideoloji haline gelmişti. “Polisiye roman yazalım.” dedi. Cevabım “Sence bunu yapabilecek kadar zeki misin?” oldu. “Bir başlayalım, sonrasına bakarız…” dedi.
Muz Kabuğu Cinayeti’nin ortaya çıkış sürecini bizimle paylaşabilir misiniz? Nasıl çalıştınız, neler paylaştınız? Okuma, araştırma, tartışma anlamında Erhan beyle birlikte neler yaptınız?
Aslına bakarsanız yıllar içerisinde bunun ön hazırlığını yapmıştık. Polisiye ortak tutkumuzdu. Her zaman evin her köşesinde polisiye romanlar vardı. Bir kitap keşfetmiştim, eğlenmek için arada onu çevirirdim Erhan’a. Başarılı bir polisiye yazmak için çok iyi kodlar veriyordu. Maalesef Türkçe’ye çevrilmedi bu kitap. “Mükemmel Cinayet” diye bir oyunumuz vardı. Kurgular anlatırdık, ikimiz de birbirimizin açıklarını yakalayıp mat etmeye çalışırdık… Yıllardır felsefi ortamlarda tartışılan bir olgu var. Bizim toplumumuzda seri katil yoktur. Bunun nedenini düşündünüz mü hiç? Bizler varoluşunu gerçekleştirememiş, birey olamamış insanlar topluluğuyuz. Hala bir kul toplumuyuz. Sonuç olarak üstümüze sinen bir naiflik de var. Bazen bu sizin yeterince kanlı düşünmenizin önüne geçebiliyor. Türkiye’de küçük bir azınlık polisiye okur. Belki nedenlerinden biri de bu olabilir. Ontolojik açıdan baktığımızda bizim polisiyemiz elbette bir İngilizinkinden farklı olacaktır. Suyun kaynama noktası bile değişken iki ülke arasında. Romandaki ayrıntılar zamanımızı aldı.
Romanda Erhan Bey’den, sizden ve tabi ki kapakta fotoğrafı olan kediniz Lüsifer’den ne gibi izler var?
Lüsifer… Bizim evladımızdı. Bir kedi değil, bambaşka bir varlıktı. Bunu anlatmak istemiyorum, affedin. Onu kaybettik. Roman Lüsifer’e adandı. Benden de izler var elbette. Feraset’i çok sevdim, ona sürekli alt metin yazıp evde oynardım.
Yalın dil, sinematografik anlatım, tempolu akış, işlevsel diyaloglar, polisiye kurgu, ilk romanda her şey yerli yerinde; romanın dil, anlatım, olay örgüsü ve kurgusu için nasıl çalıştınız?
Romandaki ayrıntılar zamanımızı aldı. Bazen bir cümle için bir hafta çalıştığımız oldu. Baştan sona sinematografik düşünüldü. Hayali bir kast bile yaptık. Bazen karakter tıkanır, bu aşamada ben bu karakteri günlerce oynardım. Hiç aklımıza gelmeyen ayrıntılar çıkardı bu doğaçlamalardan. Cevahir iyi donatılmış bir karakter. Hepimizin içinde bir de olmak istediği insan vardır. Erhan’ın içinde de bir Cevahir vardı. Kavga da ediyorduk. Kaos yaşatırdık birbirimize. Ev bir anda havaya uçardı. Özellikle Lüsifer’in sahnelerinde… Polisiyede kült bir karakter yaratmak zordur. Bunu yaptınız yaptınız, olmadıysa her şey çöp olabilir. Bir yemeğin tuzlu olduğuna karar vermek için bir tabak yemek zorunda değilsinizdir. İşte polisiye roman da böyledir, birkaç sayfada karar verirsiniz. Fazla şansı yoktur…
Romanın yazım sürecinde Erhan Bey’le ilgili unutamadığınız, sizi çok etkileyen bir anınızı paylaşmak ister misiniz?
Çok anı biriktirdik. Roman beş yılda bitti. Araya farklı projeler sığdırdık. Biraz uzun sürdü. Polisiye, oyun yazmak gibi hızlı ilerleyen bir süreç değil. En küçük hatayı affetmiyor. Bir gün Lüsifer’in yani Lüsi’nin bir sahnesi yüzünden tartışmaya başladık. Bunu böyle yazamazsın, kurgu bile olsa kabul etmiyorum dedim. O günlerde hemen her gece “ Vanya Dayı”da oynuyordum ve oyunda güzel bir kadın olarak anlatılmış rolüm. Erhan’ın evdeki çakmakları doldurmak daha doğrusu dolduramamak gibi bir huyu vardı. Tartışırken elim sinirle sigaraya gitti. Erhan bütün zarifliğiyle sigaramı yaktı. Ancak çakmak çok doldurulmuştu, alev aldı. Kaşım, kirpiğim ve saçlarımın bir parçası yandı. Bir anda kaşsız, kirpiksiz kaldım. O gece oyuna takma kirpik takarak çıktım.
Erhan Bey’i kaybettik. Başkomiser Cevahir’in yeni maceralarını okuyabilecek miyiz?
Erhan ikinci romanı yazacaktı ancak bunu yapamadan aramızdan ayrıldı. İkinci romanı yazıyorum ama biz hep iki kişiydik ve Lüsifer ilham perimizdi. Şimdi üç kişilik düşünmek zorundayım. Biraz puzzle tekniği kullanıyorum. Birlikte yaptığımız her işte kendimizi birbirimize beğendirmeye çalışırdık. Doyumsuz, kaprisli, geçimsiz insanlardık. Cevahir ve Lüsi yaşayacak, yeni maceraları var…
edebiyathaber.net (2 Kasım 2020)