Funda Şenol Cantek: “Ankara iyi bir çalışma odası gibidir.”

Temmuz 6, 2017

Funda Şenol Cantek: “Ankara iyi bir çalışma odası gibidir.”

Söyleşi: Can Öktemer

Ankara genellikle sıkıcılık, grilik ve memur kenti yaftalamalarıyla kodlanır genellikle. Son zamanlarda Ankara’ya dair bu olumsuz algı az da olsa kırılmaya başlandı. Barış Bıçakçı, Emrah Serbes gibi yazarların popülerlik kazanmasıyla beraber Ankara’ya bir ilgi söz konusu. Bununla beraber, Ankara kent tarihine yönelik çalışmalarda da bir artış gözlenmekte. Bu çalışmalardan birisi de geçtiğimiz aylarda İletişim Yayınları tarafından yayınlanan Funda Şenol Cantek tarafından derlenen ve birçok farklı yazar, akademisyenin makaleleriyle katkı verdiği İcad Edilmiş Şehir: Ankara adlı monografi oldu. Kitap; Ankara’nın tarihini, mimarisini, edebiyatını, sinema salonlarını vb.  etraflıca inceliyor. Funda Şenol Cantek’le,  erken dönem Cumhuriyet dönemi Ankara’sını, kentin ütopyasını ve Ankara edebiyatını konuştuk:  

Ankara’nın tarihini mimariden, edebiyata, sinemadan müziğe her alanda ele alan “İcat Edilmiş Şehir: Ankara” kitabınız geçtiğimiz haftalarda yayınlandı. Bize kitabın oluşum sürecinden bahsedebilir misiniz?

2010 yılında Gazi Üniversitesi’nden ayrılıp Ankara Üniversitesi’nde çalışmaya başladım. Yine o dönem Ankara Üniversitesi Yayınevi akademik yayınlar haricinde popüler yayınlara ağırlık vermek istiyordu.  İlk kitap olarak da Ankara kitabı yayınlamak istemişlerdi. Ankara Üniversitesi’nde çalışmaya başladığım sırada Arslan Sonat Hoca henüz emekli olmamıştı. Arslan Hoca, benim Ankara üzerine yaptığım çalışmalardan haberdardı. Dolayısıyla benden bir Ankara kitabı istediler.  2011 yılı içerisinde çalışmaya başladık. O dönem yayınevinin başında Fatma Türe vardı. Fatma Türe, Aslan Hoca ve Turan Tanyer beraber kitap üzerinde bir yıl boyunca çalıştık. Başlıkları belirledik, tezleri taradık, kimler yazabilir diye araştırdık. Ders kitabı gibi olsun istemedik. Herkesin okuyabileceği bir kitap olsun istedik. Onun için kitapta anılar var, hikayeler, Ankara’ya dair yazılmış romanlardan alıntılar var,  fotoğraflar da var.

Bu kitap daha sonra yeni bir adla İletişim Yayınları tarafından geçtiğimiz aylarda yayımlandı. Bu süreç ne zaman başladı?

Ankara Üniversitesi yayınları tanıtım ve dağıtım konusunda başta hedeflediği başarıya ulaşamadı. Dolayısıyla kitap hak ettiği ilgiyi göremedi.  Biz de kitabın İletişim Yayınları’ndan çıkmasını istedik, daha geniş bir dağıtım ağı içerisinde olmasını arzu ettik.   Kitabın yeni edisyonunda şöyle bir farklılık var: ilk baskıda yer alan bazı yazıları çıkarttık. Yeni olarak Levent Cantek‘le birlikte yazdığımız “Şehir ona yakışmadı: Ayaşlı ile Kiracıları’nda mekanlar ve kadınlar” isimli bir makale var.

Cumhuriyetin Ütopyası Ankara idi ilk versiyonun ismi, şimdi de İcad Edilmiş Şehir: Ankara ismiyle çıktı. Şehirle ilgili hep bir kurgu hali var sanki.  Bu anlamda Cumhuriyet elitleri, kadroları nasıl bir Ankara tahayyülü yapmışlardı?

Her başkent, ulus devleti temsil etsin kaygısıyla tasarlanır. Resmi tarih anlatısı da, milli edebiyat anlayışı da bu doğrultudadır. Ankara da benzer bir anlatı çerçevesinde kuruluyor. Marşlarda, şarkılarda, yoktan var edildiğini duyarız, bozkırda sıtmadan muzdarip, hiç bir medeniyetin uğrak noktası olmayan bir yer olarak tanımlanır. Ankara esas olarak İstanbul’a karşı temiz bir sayfa açmak için tasarlanan bir yer. Ütopya ismi de buradan geliyor. Ankara aslında bize sunulduğu gibi bir yer değil. Ankara baya kozmopolit bir şehir. Burada hatırı sayılır Gayrimüslim nüfusu var.  Ankara palimpsest bir kent yani; farklı medeniyetlerin ve kültürlerin yaşadığı bir yer. Roma da var, Frig de var Osmanlı da var, Selçuklu da var. Bugün bile bu kadar hunharca davranılmasına rağmen o medeniyetlerin izlerine rastlıyorsunuz. Aynı zamanda ticaret yolu üzerinde konumlanıyor.  Tiftik keçisi kılının ticaretinin yapıldığı bir yer mesela.  Bu sebeple uluslararası ticarete açık bir yer.  İngilizler buradan numune olarak keçi alıp İngiltere’ye götürüyorlar. Bugün angora olarak bildiğimiz, “asılırsan İngiliz sicimiyle asıl” sözünün ortaya çıkmasına da sebep olan dokumacılık sektörünün gelişmesinde, Osmanlı’dan götürülen o numunenin de mutlaka etkisi vardır.

Kitapta da gördüğümüz şekilde Cumhuriyet kadroları Ankara’yı modern bir kent olarak tasarlamaya çalışıyorlar. Bu süreç nasıl gerçekleşiyor?

Cumhuriyet kadrolarının böyle bir tahayyülü var ama ne kadar uğraşırsanız uğraşın ne kadar medenileştirirseniz medenileştirin bir noktaya kadar karşılık buluyor. 1930’lara varmadan Ankara’nın başkentliği kağıt üstünde kalıyor mesela. Yahya Kemal‘in meşhur sözü “Ankara’nın en güzel tarafı İstanbul’a dönmektir” bir süre sonra bütün bürokratların, memurların sahiplendiği bir söze dönüşüyor. Kadınların sokakta olmadığı, eğlenilecek, gezilecek bir yeri olmayan bir kent Ankara. Erken Cumhuriyet döneminde bir zaman sonra bunlar yerleşiyor, oturuyor. Ankara’nın yerlileri tamamen yobaz değil onların bir kısmı da bir süre sonra bu gelişmelere uyum sağlıyorlar. Kızlarını okullara gönderiyorlar, balolara katılıyorlar filan… Lakin hala bir çekingenlik, iğreti durma hali de var, Yakup Kadri‘nin romanlarında da görürüz bu durumu.

İcad Edilmiş Şehir: Ankara’da edebiyatla olan ile ilgili kısımda Ankara’da çok güçlü bir edebi damarın olduğu gözlemleniyor. Bu anlamda tarihsel olarak Ankara ve edebiyat ilişkisi nasıl gelişiyor?

Ankara başkent olduktan sonra, zaman içersinde bürokraside ve siyasette yer bulmak için bir çok yazar Ankara’ya gelmeye başlıyor. Dolayısıyla edebi kanon dediğimiz şey ilk olarak burada filizleniyor. Sonra Ulus’ta Maarif’in tercüme bürosunun açılması da önemli bir gelişme oluyor. Bildiğimiz, yayınlanmış bir çok edebiyat klasiği orada çevriliyor. Çeviri ekibinde de Orhan Veli, Oktay Rifat, Melih Cevdet Anday gibi önemli edebiyatçılar bulunuyor. Bu isimler aynı zamanda Garip akımının da önemli temsilcileri, bu anlamda Garip akımı ile Ankara arasında sıkı bir ilişki olduğu söylenebilir. Bu isimler aynı zamanda gündelik hayatta sıklıkla görüşen, edebiyat ve sanat üzerine konuşan yazarlar. Dönemin ünlü pastanelerinden Kutlu ve Özen’de buluşurlarmış, Piknik, Karpiç, Gar Lokantası gibi ünlü lokantalarda otururlar saatlerce kültür sanat üzerine sohbet ederlermiş. Bu anlamda edebiyatın aklımıza gelebilecek bütün güçlü isimlerinin bir dönem Ankara’da bulunduğunu söyleyebiliriz.

Sadece edebiyat alanında değil 1920’lerde çok partili hayata kadar Ankara’nın çok zengin bir kültür, sanat ortamı varmış. Yoğun da bir üretim yaşanıyor sanırım…

Evet, kentin kendisi sıkıcı olabilir ama şehrin düşünsel hayatı çok zengin. Şimdi de öyle biraz. Ankara iyi bir çalışma odası gibidir. Kimi yaklaşımların, kimi akımların yeşertildiği yerdir. Ama uygulaması ve piyasası İstanbul’dur. Edebiyatın membaı genellikle Ankara’dır piyasası hep İstanbul’dur. Akademi anlamında ise önemli bir üretim Ankara’dan çıkar. Buradakiler çalışır. Burada kafayı meşgul edecek pek bir şey yoktur. Ankara bir dostluk, tefekkür şehri olarak da tanımlanabilir.

Ankara kültür sanat alanında ne zaman ışıltısını kaybediyor?

İnönü döneminde ışıltısını kaybetmeye başlıyor. 1940’larda ve 50’lilerde dış politikada yaşanan gelişmeler sonucunda bir değişim yaşanıyor. Demokrat Parti dönemi ise bunun lokomotifi oluyor. 1950’lilerde İstanbul’un hakimiyetinin iyice belirginleşiyor. 1950’li yıllar aynı zamanda kültürel olarak da  muhafazakarlaşmanın öne çıktığı bir dönem.

Edebiyatta Ankara’nın tarihsel gelişimi nasıl seyrediyor?

Milli edebiyat ulus devletin önemli dayanaklarından birisidir.  Bunun için erken Cumhuriyet döneminde bir milli edebiyatın oluşması için çaba harcanıyor.  Gazetelerdeki tefrikalardan, köşe yazılarına varana kadar her türlü yazı türünde bunu görebiliriz. Bunun dışında erken Cumhuriyet döneminde Yakup Kadri, Falih Rıfkı ve Halide Edip Adıvar gibi yazarların oluşturduğu bir külliyat var. Bu külliyattaki anlatılar Cumhuriyet ve Kurtuluş Savaşı güzellemesinden oluşuyor. Aslında homojen bir tarih anlatısını yeni baştan kurmaya çalışıyor. Osmanlının reddi mirasi ya da Türklük vurgusu çok öne çıkıyor. Milli edebiyat akımından sonra Ankara’ın edebiyattaki ağırlığı azalıyor. Ama bir bakıma da, Ankara edebiyatta bir şekilde konu ediliyor ama biz ona gereken önemi vermiyoruz. Nahit Sırrı Örik ve İlhan Tarus mesela çok önemli yapıtlar veriyorlar. İlhan Tarus’un hikayeleri hep Ankara’da geçer. Onun yapıtları hep tefrika edilmiş ama bunlar kitaplaşmadığı için çok kıymeti bilinmemiş. 1970’lerde ise yeniden bir iade-i itibar dönemi yaşanıyor. Öğrenci hareketlerinin başlaması ODTÜ’nün, Mülkiye’nin varlığı kültür sanat hayatını etkiliyor. Yine bu dönemde aynı erken Cumhuriyet döneminde olduğu gibi buraya çalışmak için gelen Cemal Süreya, Turgut Uyar, Bilge Karasu, Adalet Ağaoğlu, Sevgi Soysal gibi bir sürü aydın, yazar var. Bu isimler  1970’lerde 80’lerde Ankara’da yeniden bir edebiyat ortamı oluşturuyorlar. Bu dönemde mekanlar değişmeye başlıyor. 1920’lerde, 30’larda Ankara Palas gibi yerler öne çıkarken bu sefer Gar Gazinosu, Tavukçu, Sanat Sevenler Derneği, Sinematek gibi yerler önem kazanıyor. Bunun haricinde Ankara Radyosu’nun varlığı da çok önemli tabii. Bildiğimiz bütün iyi yazarların yolu bir şekilde radyoya düşüyor. Edebiyat ve kültür hayatı içerisinde yeri olan bütün iyi isimlerin yolunun Ankara’dan geçmemiş olması mümkün değil.

1970’lerde başta Sevgi Soysal olmak üzere Ankara’ya dair karşımıza çıkan edebiyat örnekleri genel olarak “sivil” edebiyat olarak tanımlanır. Bunun sebebi nedir sizce?

Bunun en önemli sebebi bütün o milli edebiyat kanonundan kendilerini sıyırmış olmalarıdır. Onlar edebiyata biraz daha eleştirel yaklaşabilmiş ve milli edebiyat müfredatına yaranma kaygıları olmamıştır. 60’lar ve 70’ler aynı zamanda kültür sanat politikalarının devlet himayesinden ayrıldığı bir dönem olarak kabul edilebilir. O dönemki yazarların “sanat toplum içindir” kaygıları yoktur, kendi hikayelerine, dertlerine odaklanabilmişler, başka kültürel kaynaklardan beslenmişler ve daha önemlisi biraz daha muhalif olabilmişler. 1980’li yıllara doğru Türkiye edebiyatında kadın yazarların önem kazandığını da görürüz. Ayla Kutlu, Pınar Kür gibi kadın yazarlar bu dönemde parlıyor mesela. Ankara yazarı olarak Sevgi Soysal ve Adalet Ağaoğlu anılır ama Ayla Kutlu da çok önemli bir Ankara yazarıdır. Selçuk Baran da kadın bir yazar olarak çok önemli bir yerde durur, çok değerli romanları vardır. Bir kısım hikayeleri Ankara’da geçer. Nazlı Eray da yine Ankara yazarıdır. Onu da yine pastanelerde, kafelerde yazarken görebilirsiniz. Ayten Kaya Görgün‘ü unutmamak lazım. Sonra Pelin Buzluk, Melike Uzun, Gamze Güller gibi genç ve yetenekli yazarlar da son dönemde karşımıza çıkmakta.

1990 sonrası karşımıza çıkan ve Ankara’yı konu edinen yazarları nasıl buluyorsunuz? Evde geçen ve kendi iç dünyalarıyla daha çok ilgilenen bir anlatı var sanki son zamanlarda…

Aslında son dönemde bütün sanat dallarında eve kapanma öne çıkmış gibi duruyor.  Daha bir durağan, daha yavaş akan bir anlatıların öne çıktığını görüyoruz. Bu durum sinemada mesela daha belirgin. Barış Bıçakçı’da çok sık görüyoruz eve kapanma halini, sonra  Ayhan Geçgin’in de Ankara’da geçen hikayeleri vardır. O da ODTÜ’de okumuş, Yüzüncü Yıl’da, “öğrenci muhitinde” yaşamış bir yazar. Onun da hikayelerinde hep “kapalı mekan senfonisi” vardır. Toplu konut Ankara’sı kabusu gibime geliyor bu anlatılar. Bu çok Ankara’ya özgür bir şeydir. Dostluk, içe çekilmeler, kendinle hesaplaşmalar, kendine yeni özgürlük alanları açmaya çalışmalar, kırık aşk hikayeleri… Bunlar çok sık karşılaşılan detaylardır Ankara edebiyatına dair.  Eve kapanmak biraz zamanın ruhuyla ilgili bence. Sert bir politik iklimden geçiyoruz. Genç yazarlarda sanırım bir tür kabuğuna çekilme hali görüyoruz. Şimdilik kendi dertleriyle uğraşıyorlar, küçük dünyalarının hikayesini anlatma halindeler. Mevcut politik iklim değişince belki daha farklı anlatılara yönelecekler.

Son dönem Ankara edebiyatına dair öne çıkan iki isim Barış Bıçakçı ve Emrah Serbes olduğu görülüyor. Siz bu iki isim için ne demek istersiniz?

Ankara’yı İstanbul’a tanıtan biraz da Emrah Serbes’in romanları oldu bence. Barış Bıçakçı daha entelektüel, siyaseten daha doğru olmaya çalışan, daha sorgulayan, daha düşünen karakterleri anlatıyor. Sonra onun erkek karakterlerine baktığımızda maço ve sert olmayan kırılgan erkek tipolojisi görürüz. Emrah Serbes ise bu erkek kalıplarını yeniden üreten bir yazar. Bir başka Ankaralı yazar Emrah Polat‘ı da anmadan geçmeyelim bu noktada. Polat’ın romanları Ankara’nın kenar semtlerini ve oradaki sert hikayeleri anlatması bakımından ilginç bir yerde duruyor.

Son zamanlarda çok sık tartışılan bir konu olarak; 1980 sonrası Türkiye edebiyatında bir içe çekilme hali gözlemlenir. Burada da öyle bir durum söz konusu mu sizce?

Bence bu kaybediş ve kendi içimize dönme hikayemiz bir tür politik anlatı. Bu hikayelere yıllar sonra dönüp bakıldığında bu dönemde Ankara edebiyatı da böyleymiş denilecek. Eve kapanma ve ev odaklı yaşam da bir tür politik duruş aslında. Zamanın ruhunu gösteriyor. Bir de bu dönemde imkanlar da fazla. Evde maç izleyebiliyorsun, film izleyebiliyorsun, internet var filan… Bir önceki kuşak maçı evde izleyebilir miydi? İlla ki stadyuma gitmek durumunda kalacaktı. Bunlar çok önemli göstergeler. Bu imkanların ortaya çıkmasıyla beraber; insanlar içe kapandı, yalnızlaştı.  Ev ve sosyal medya insanı içe kapalı hale getirdi. Bir sosyal medya hikayesi yazılsa çok ilginç olabilir bence.

Tutunamama, kaybetme de yine bu yazarlarda öne çıkan bir hissiyat gibi görünüyor…

Kaybetme çok itibarlı bir şey değil mi? Çünkü kaybedersen sürünün dışına çıkmış olursun. Aslında çok da egoyu şişiren bir şey bence. Bir yandan mağrur duruşu ve böbürlenme hali var. Bu Ankara’nın İstanbul’a karşı mağrur yenilgisi gibi duruyor bir yandan. “Ben yenildim ama çok güçlüyüm” demenin başka türlü ifade ediliş hali bence.

Can Öktemer – edebiyathaber.net (6 Temmuz 2017)

Yorum yapın