29 Ekim 1932 doğumlu Füruzan, Parasız Yatılı Öykü kitabı ile 1972 Sait Faik Hikâye Armağanı’nı kazanan ilk kadın yazarımız. Yarışma sonrası Zeynep Oral’ın gazetedeki yazısının manşeti Füruzan’ın ilkleri üzerine; “İlkokul mezunu. Yarışmaya ilk kez katılmış. Yarışmayı kazanan ilk kadın yazar. İlk eseriyle bu yarışmayı kazanmayı başaran ilk sanatçı.” İlkler kraliçesi Füruzan eşi ünlü karikatürist Turhan Selçuk’un soyadını neden kullanmadığı sorusunu da “Selçuk, çok ünlü bir soyadı. Bırakıyorum, onu ünlü olanlar kullansın!” diyerek yanıtlamış. Bu kadar da mütevazı bir insan.
Demir Köyü İlkokulu’nu bitirdikten sonra maddi sorunlar sebebiyle eğitimine devam edemeyen Füruzan’ın içindeki yazma tutkusunun eğitim dinlemediği aşikâr. Metinlerinde yalnız ama güçlü kadınlara, çocuklara, göçmenlere, burjuva hayatına, aşka dair yazıyor. Diliyle değil anlatımıyla okuyucuyu zorlayan bir yazar. Yabancısı olduğumuz kelimelerden arındırılmış, akıcı bir dil kullanırken zorlu bir anlatımı tercih ediyor.
Şubat 2023’te Yapı Kredi Yayınları tarafından yayımlanan son öykü kitabı Akim Sevgilim okuyucuyu bir metinli bulmacanın içine atıyor. Kitapta üç uzun öykü yer alıyor; Akim Sevgilim, Sesi Olmayan Türkü, Varoşlarda.
Sene başında yayımlanan kitaptaki öykülerini Füruzan’ın ne zaman kaleme aldığını bilmiyoruz. Ancak okuduğumuz öykülerde Füruzan’ın 91 yıllık yaşamına sığdırdığı gözlemleri, hayat bilgisi, Türkiye’nin, şehirlerin sosyal ve coğrafi dönüşümleri insan faktörü ön plâna alınarak anlatılmış izlenimi uyandırıyor. Geçmişten günümüze şehrin katettiği yol, kentsel dönüşüm adı altında maruz kaldığı yozlaşma, sayfiye kentlerinde varlıklı dışarlıklılara sunulan yeşil alanlarda imar hakkı, gayrinizami dikilen gökdelenler ve bütün bu değişimin gölgesinde günden güne yok olan, dönüşen insan ve insanlık.
Kitaba adını veren ilk öykü Akim Sevgilim ile zamanda yolculuk yapıyoruz. Füruzan’ın uzun yaşamının görsel hafızası bizi kışın Maçka’da, yazın Erenköy’deki köşkte yaşayan bir ailenin çatısı altına taşıyor. Hikâye anlatıcısı evin küçük kızı Gönül. Bizlere kâh köşkün bir odasından kâh kapı arkasından ya da bizzat yaşadığı ânlardan ibaret aile hikâyesini artık bir yetişkin olan Gönül anlatıyor. Annesinin de aralarında olduğu üç kız kardeş öykünün karakterleri. Aile tarafından satın alınan köşkün odalarında eski sahiplerine ait eşyalardan, onların hikâyesini meraka zorlayan, çekmecelerde bulunan albümlerden söz ediyor. Köşkte çalışan aşçılar, hizmetçiler, bahçıvan, verilen davetler, şık hanımlar ve beyler, Fransız okullarında sörlerden alınan katı eğitim, görgü kurallarının öğretilmesi gibi burjuva ailelerinin gündelik yaşamlarından bir kesit aktarıyor. Eh bu hikâyede aşk olmasın mı? Gönül’ün küçük teyzesi Keriman, Yugoslav göçmeni Bahçıvan Akim’le birbirlerine kalbini teslim ediyor. Akim Ziraat Fakültesi’ndeki eğitimini yarıda bırakıp yaban ellerde bahçıvanlık yaptığından Keriman’ın ailesi tarafından sınıfsal çatışmaya mâruz kalıyor. Onların aşkları üzerinden kadınla erkeğin toplumsal konumlarına Füruzan perspektifinden bakıyoruz.
Füruzan kadının hanımefendisi öyle yapmaz, böyle yapar, öyle oturmaz, böyle oturur, kadının hanımefendisi aklı başında saygın biriyle evlenir, çoluk çocuk sahibi olur, erkekler ne ister, kadınlar ne yapmak zorundadır diktelerine yanıtlarını karakterlerinin sesiyle biz okurlarına iletiyor.
“Kadının hanımefendisi çocuk doğurmak, aile kurmak, öğretilenleri yapmak için mi bir erkeğin eziyetini, kahrını çekerdi, öyle mi? Peki, Küçük Teyzem hanımefendi olamadı da ondan mı verem oldu?” Syf.27
“Siz, erkeklerin ancak kadınları isteyebileceğini, erkek istediğinde arzusuna uygun sayılanı kadınların yapması icap ettiğini, söylerdiniz. Usluluğun, okşanmanın erkeğe yakışır olmadığını öğrenmiştim, öğretmişlerdi. Beğenmek onların, beğenilmek bizim işimizdi. Haz onların hakkı, beklemek, utanmak, kabul etmek bizim vazifemizdi.” Syf.29
İkinci öykü Sesi Olmayan Türkü, Edremit’e “Dönümlerce toprağın hazinede göründüğü, dönümlercesinin kadastrolarının yapılmadığı yıllarda” gelen Varnalı bir ailenin çorak, susuz beldeleri paranın gücüyle yaşanılası mekânlara dönüştürmesi anlatılıyor. Füruzan’ın meselesi yalnızca bu dönüştürme değil tabii. Yerli halkın etnik takılarına, kıyafetlerine müptela varlıklı şehirlilerin önlenemez itkisi hâline dönüşen aşka fora yelken akıvermeleri de bu olay öyküsünün can damarı oluveriyor.
“Soyu tüketilmiş halkların bezeklerini boyunlarında, alınlarında, kollarında taşıyanları da oldu sonraları. Kentlilerden görerek heveslendikleri bu takıları üstelerinde seçen anaları onları beğenmezlikle süzüp “hay deli hay” diyordu.” Syf.61
İnsanoğlu yabancısı olduğu toprakları gelip buluyor, yeni keşfinden mutlu oluyor. Zira orada kendi tarzına uygun bir alan yaratmaktır amacı. Hem bir kaçış, hem bir kazanç kapısı. Buldozerlerle girdiği bâkir dünyada istediği gibi at koşturmak, dokunulmamışa kazmayı ilk vuran olmak egosunu şişiriyor. İçten içe burun kıvırdığı yereli sinsice bertaraf ediyor. Gelenekseli yok ediyor. Neden sonra ezdiği insanların takılarının, kıyafetlerinin etnik cazibesinin farkına varıyor. Modernist akımla yeniden yaratıyor. Boynuna, koluna, kulağına takıp, gövdesine geçiriyr. “Ben tasarladım” diyerek çağdaşlarına sergiliyor.
Mikenler, Hellenistik Çağ, Bizans’ın beşiği topraklarda yaşlanmak bilmeyen varlıklı ve bakımlı ailenin genç ve güzel kızı, köyün insan güzeli delikanlılarından Yandım Duran’a tutuluveriyor. Bu bir aşk destanı ya Füruzan epikten düz yazıya, yer yer bitimsiz cümlelerle şiirsel bir dil kullanıyor. Biraz efsunlu bir yanı da yok değil bu öykünün.
Füruzan’ın kitabında, benim algıladığım şekilde şehirlerimizin geçmişten günümüze geçirdikleri değişimi parmakla göstermeye çalışması, âdeta bu öyküde yansıyor. Çağdaşın ayak izlerinde ilerlerken bölgenin masalsı aşk hikâyelerinden birini okuduğunuzu hissediyorsunuz.
“Gençler, ölüsü bulunmayanlar, mezarı olmayanlar, yaşı yetmemişler bilesiniz ki yaşar sayılır” dediler. Dünyalar güzeli o kızla Yandım Duran’ın alıp başlarını başka denizlere, başka yerlere varmış olduklarını anlattılar. Mersinağacı gölgesinde dinlediklerini, pınar gözelerinde serinlediklerini, öyle hep can yakıcı görünüp, hep sevdalı yaşadıklarını söylediler. Çünkü köyün yaşlılarının nice zamandır dediği gibi, “Bir insana verilen güzelliğe alışma öylesine zorsa, bu tanrının kullar katında bir sınaması” olmalıydı. Cihanın iki ucundaki bir kızla bir delikanlıyı getirip onları yüz yüze etmişse, birbirlerine analarının döl yatağına düştüklerinde nişanlı edilmiş olmalıydılar.” Syf. 106
Üçüncü öykü Varoşlarda Füruzan’ın ‘kentlerin kenti’ tamlamasıyla imgelediği İstanbul’un maruz kaldığı bir yozlaşma hikâyesi. Belli ki Füruzan’ı, şehirlerin aldığı göçlerle istilâ edilerek “düşmesi”, kültürel yozlaşma, popüler kültüre yenilme, şehrin varsıllarının kalelerini oluşturan yüksek güvenlik önlemleri ardındaki sitelerinde körlüklerinin farkında olmadan yaşamaları ve bu duvarların ardında harabeden farksız mekânlarda yaşamaya çalışan dışarlıklılar gıdıklamış. Bu tehlike çanları sadece İstanbul’da çalmıyor. Bugün İzmir, Ankara, Antalya gibi büyük şehirlerimiz de barındırdıkları halk kitlesine sunabileceği nimetlerin üzerinde hizmet sunmaya çalışıyor. Sahip oldukları kültürel zenginlikler yok edilerek şehirlerin hafızası sıfırlanıyor. Çehresi değişen şehirlerde yaşamak yerli halkı kendi küçük semtlerini kurmaya iterken, şehrin zenginliklerini kendi çıkarları adına yine kendi belirledikleri kurallar çerçevesinde tüketmeye çalışan göçmenler bir gecede yarattıkları gecekondularında yerel halkçılığa oynuyor.
“Kentlerin kenti düşmüştü. Bunu yaşayanlarından açık saçık tartışan ya da ayrımsayan kimse yoktu. Yerleşik kişilerinin hane kayıtlarına alınmış olanlarında durumun ayrımına varan görünüşe göre hiç yok gibiydi. Her buluşmalarında onlar kimi kez içlerinde ‘Çok kalabalık doldu çok, böyle de olmaz ki’ demekten öteye geçmeyen gelgeç bir kuşku taşıyorlardı… Bir eskiçağ buyurganını koruyan görkemli kaleleri andıran varsılların sitelerindeki hayatları yaşayanlar kentin deşilerek yumrularla büyümesinin kendilerine kesinlikle yaklaşmayacağı oyalanmasındaydılar.” Syf.111
Bir nevi körlük geçiren ‘kentlerin kentinin varsıl insanı’ şaşasıyla övündüğü sitesinin hemen arka sokağında yaşayan, sabahları arabasıyla kale duvarlarının ardına çıktığında yanından geçen kâğıt toplayıcılarını fark edemiyor. O zaman biz de Saramago Usta’ya bir selâm çakmadan buradan öteye geçmeyelim. Zira benim zihnim, gittikçe çevresine karşı duyarsızlaşan insanların bembeyaz bir körlüğe kavuşarak distopik bir dünyanın içine yuvarlandığı Körlük romanının algısıyla alarm vermeye başlıyor. Hatta kıta ötesine gitmeden bir de Mine Söğüt’e el sallayalım. Başkalarının Tanrısı’yla, her gün bir adım ötemizden geçip giden sokaklardaki insanların içinde ön yargıyla yaklaştığımızın dışında bir ruh barındırabilecekleri hususunda bizi şöyle bir silkelemişti hatırlarsanız. Belki benim okumadığım başka yapıtlarla da arasında bu türden bir metinlerarasılık yatıyordur. Mutlaka ne Füruzan ne Mine Söğüt yapıtlarını Körlük’e öykünüp yazmıştır. Onlar algıları açık, empati yetenekleri en uç seviyede olan, hassas, duyarlı sanatçılar. Kıta sınırlarını aşan meseleleri aynı; insanların duyarsızlığı, başkalarını ‘görmemesi’.
Bir gecede yapılan gecekondularda yaşayanların tamamı şehri tırtıl gibi lime lime etme çabasında olmayabilir. Vurdumduymaz hiç değildir. Öznel konumu da onu mutlu etmiyordur belki. Kentlerin kenti öylesine dolmaya devam ediyor ki, varoşlarda oturanları gruplara ayırmayı çoktan bıraktık. Tek bildiğimiz bizden olmadıkları.
Öykünün karakterleri kâğıt toplayıcı bir baba ve her gün sokaklara karışırken evde bıraktığı beş yaşındaki oğlu. Varsıllar güvenlikli sitelerinde kendilerini bu insanlardan ayrıştırırken, kâğıt toplayıcı baba da her gün işe gitmeden oğluna dışarı çıkmamasını yoksa çocuk hırsızlarının onu kaçırabileceklerini tembih ediyor. Korkulanın da korktukları olduğunu hatırlatıyor Füruzan. Dışladıklarımızın insani duygularla, duyularının hissettirdiklerini kalplerinin derinliklerinde taşıyabileceklerine işaret ediyor. Kentlerin kenti varoşlarda yaşayan o ayağı çıplak, kalbi büyük insanları aç, güçlü bir ayı gibi pençeleri ile kıstırıp yutuveriyor.
Akim Sevgilim zihninizde bilindik Füruzan tadını tetiklemese de, yaşına rağmen yazarın hâlâ düşünmesi, görmesi, duyması ve hissetmesi biz okurlarına bir büyük armağan. Teşekkürler Füruzan.
edebiyathaber.net (10 Temmuz 2023)