Söyleşi: Pınar Yılmaz
Füsun Çetinel’in Son Bahçe adlı kitabı Günışığı Kitaplığı tarafından yayımlandı. Yazarla son kitabı hakkında konuştuk.
Son Bahçe adlı yeni romanınızda, ebeveynleri Zeynep’i bir çocuk olarak değil de bir “birey” olarak görüyorlar. “O daha çocuk” diyerek konunun dışında bırakmak yerine görüş ve fikirlerini önemsiyorlar. Günümüzde çoğu anne-babanın, çocuklarını yetiştirme ve onlarla iletişim kurma konusunda yaptıkları “ayrımcılık” hakkında sizin görüşleriniz nelerdir?
Daha yeni, sosyal medyada Zehra İpşiroğlu’nun topluma seslenişine rast geldim. “Neden gençlere çocuk, çocuklara bebek diyoruz,” diye soruyordu.
Bizimki gibi doğu toplumlarında, çocukların büyümesine, birey olmasına izin verilmiyor maalesef. “Sen çocuksun, daha anlamazsın, boyundan büyük işlere kalkışma, çocuk işi, çocuk aklı, çocuk lafıyla iş olmaz…” Bu yerleşik ifadeler aracılığı ile çocuklara olan tutumumuz açık seçik görülüyor. Çocuklarımızın büyümesine izin vermek, onların isteklerine, hayallerine de izin vermek demek olacağı için sanıyorum buna cesaret edemiyoruz. Bize bağlı kalsınlar, dediklerimizi yapsınlar, sözümüzden çıkmasınlar, tecrübemizden faydalansınlar, tehlikeden uzak dursunlar istiyoruz.
“Koşma düşersin, terliyken soğuk su içme hastalanırsın, hırkanı giy üşürsün…” tembihleriyle çocuklarımızın büyümelerini, birey olmalarını engelliyoruz. Oysa çocuk koşacaktır, düşecektir ama yeniden ayağa kalkıp yürümesini de kendi deneyimleriyle öğrenecektir. Deneye, yanıla, yanlışlarından ders çıkara çıkara kendi tecrübelerini edinecektir. Kendi seçimlerini yapacaktır. Birey olacaktır.
En çok karşılaştığım senaryolardan biri… Bizim çocuklarımız dörtnala tozu dumana katarak masa aralarında annelerin ağızlarına tıkıştırdıkları köftelerle koşturuyorlar, babalar iç sıkıntısıyla olanları seyrediyor. Anne, çocukla ilgilenmediği için babayı azarlıyor, baba sebepsiz yere çocuğa patlıyor. Çocuk ağlamaya başlıyor. Herkes şikâyetçi, herkes mutsuz. Birey olmasına izin verilen çocuk ise; lokantada menüden kendisi yemek seçiyor, garsona siparişini veriyor, kendi yemeğini istediği şekilde yiyor, doyduğuna kendi karar veriyor, çantasından ilgi alanı doğrultusunda kitap, boyama, oyuncak, yapboz gibi şeyler çıkarıp kendini oyalayabiliyor. Masadakilerle her konuda sohbet ediyor, sorular soruyor, cevaplar alıyor. Onlar da çocuğu ilgiyle dinliyor, onu geçiştirmeye, yok saymaya çalışmıyorlar.
Bir söyleşinizde “Savaşmak zorunda olduğunuz şey ortaksa kuvvet kazanabilmek için birlik olmalısınız.” diyorsunuz. Romanda da “bir avuç” insan yaratılan bu “beton” yığınından kurtulmak, sağlıklı ve yaşanılabilir bir kent oluşturmak istiyorlar. Bugünün dünyasındaki zorlukları düşününce dayanışma kavramı sizin için nerede duruyor/sizin için dayanışmanın anlamı nedir?
Birey olmayı başarmışsak eğer “ben, ben” demekten, egodan uzaklaşıp kendimiz gibilerle bir araya gelebilir, “bir avuç insan”a varabilir, peşinde olduğumuz idealleri yakalayabiliriz diye düşünüyorum. Dayanışma; grup içindeki farklılıkları kabul ederek, ayrımcılığa girmeden, kavgacı değil de barışçıl ve yapıcı bir şekilde, kişisel başarılara değil de grup dinamiğine odaklanarak çalışmaktır.
STK’lar aracılığıyla yurtdışında çeşitli gençlik ve çalışma kamplarında bu felsefeyle bir araya geliyor “bir avuç insan” ve gerçekleştirdiğimiz anlamlı projeler aracılığı ile ömür boyu sürecek arkadaşlıklar, bağlar kuruyoruz. Büyük başarıların peşinde değilim ben, dünyayı değiştiremem ama kendi ufak çevremde fark yaratabilirim.
Kentsel dönüşüm şüphesiz ki romanın ana vurgu noktalarından biri. “Betonu niye bu kadar çok seviyorlardı? Niye ders alamıyorlardı yaşadıklarından?” günümüzde kentsel dönüşüm projelerinin sağlam ve güvenli yapı inşa etmenin dışına çıkarak yolundan saptığını ve tam olarak rant malzemesi haline geldiğini görüyoruz. Bu beton seviciliği ve etrafımızı çerçeveleyerek “yaşam alanı” bırakmayan bu gidişat hakkında neler söylemek istersiniz?
İnsanoğlu, kabul etmesi zor da olsa, bencil ve çıkarcı çoğu kez. Biraz da ikiyüzlüyüz tabii. Doğayı sevdiğimizi iddia ederken yazlıklar satın alıp, ormanları yok ediyor, içinde barınan hayvanlara yaşam hakkı tanımıyoruz. Türkiye’nin birçok yerinde domuzlar sürüler halinde sitelere girip çöp kutularında yemek arıyorlar. Onlara, bizim alanımıza girdikleri için kızıyor ve onları öldürüyoruz.
İnsanoğlu değişir mi? Sanmıyorum ama doğa, bizim yüzümüzden maalesef değişiyor, mutlaka tepki verecektir bu duruma… İnsandan değil ama doğadan umutluyum.
Romandaki ana karakterlerden birisi de Tunç. Yemek yemeyi çok seven, yemek tutkusuna karşın da ileride başarılı bir aşçı olmak isteyen bir çocuk. Ancak önünde bir engel var: ders çalışmak. Çocukların sınavlardaki başarı ve başarısızlığın “yeteneksizlik” olmadığını, ilgi alanı farklılıkların “normal” olduğunu nasıl aşılayabiliriz?
Bu da yine “birey olma” sorununa dayanıyor. Çocuklarımızın kendileri olmalarına izin veriyor muyuz? Ne kadar izin veriyoruz? İzin verdiğimizi zannederken onları nasıl ve hangi ölçüde kendi hayallerimiz doğrultusunda çaktırmadan inceden inceye şekillendiriyoruz? O kadar çok soru var ki anne, baba, öğretmen olarak kendi kendimize sormamız gereken…
“Farklılıklar, farklı olmak” çocuk kitaplarında pek güzel işleniyor. Ana babalar olarak bu kitapları alıp çocuklarımızla birlikte okuyoruz da nedense bir türlü uygulamaya geçemiyoruz ne kendimizde ne de çocuklarımızda. Bir sürünün içinde görünmez olmak herhalde daha kolayımıza geliyor. Gökkuşağını değil de gri gökyüzünü tercih ediyoruz.
İlgi alanı farklılıklarını aşılamak! Bu çocuğa sonradan aşılanacak bir şey değil. Çocuklara karışmamak, onların kendileri olmalarına izin vermek, onlara daha az komut vermek, daha az nasihat etmek… İngilizcede bir deyiş vardır; Less is more. Az daha çoktur. Biz anne ve baba olarak geride durmayı becerebilirsek, çocuğa daha fazla alan bırakmış oluruz, çocuk da bu boşlukta ilgi alanlarını keşfedebilir.
Romandaki bir diğer ana vurgu da yaşlıların öz yeterlilikleri üzerine. Zeynep’in Cehennemo’ya bakması için emanet ettiği kirpi, bu öz yeterliliği güçlendirecek cinsten bir yaklaşım. Yaşlıları “zaten yaşlı” diyerek hayattan izole ettirmek, onları hem fiziksel hem de zihinsel olarak daha da gerilettiği düşüncesindeyim. Sizin bu konuyu vurgulamanızda özel bir nedeniniz var mı?
Öz yeterlilik her yaşta ihtiyaç duyduğumuz ve bireyde olması gerekli bir özellik. Dezavantajlı olsak da hasta ve yatağa bağımlı olsak da bebek veya çocuk olsak da hepimizin kendine göre yapabileceği, becerebileceği şeyler var.
Bizde hastalıklı bir acıma ve sevme duygusu hâkim. Bundan sıyrılabilirsek karşımızdaki kişiye güvenebilirsek, bu kişi de kendine güvenecek ve çok daha fazla şey başarabilecektir.
Genç bir arkadaşımın bebeği oldu. Fotoğrafta bebeğin elindeki eldivenler dikkatimi çekti. “Bu çocuk nerdeyse bir buçuk aylık oldu niye hala eldiven takıyorsun. Elleriyle çevresini, kendini keşfetmesi gerek,” dedim. “Eldivenleri çıkarınca kendi saçlarını yoluyor. Sonra da canı acıyınca yaygarayı basıyor,” dedi. Genç arkadaşım bebeğine “kıyamadığı” için, onun ilk değerli deneyimini engellemiş oldu.
Yaşlılarımıza, hastalarımıza, dezavantajlı arkadaşlarımıza da aynı acıma duygularıyla yaklaşıp onları maalesef toplumun dışına itiyoruz. Sıkça gittiğim Japonya’da yaşlıların “İzakaya” denilen küçük akşam lokantalarında iki büklüm yemek pişirip, mutlulukla servis yaptığını gördüğümde neden bizim yaşlılarımız böylesine yaşama dâhil olamıyorlar diye düşünüp, üzülmüştüm. Aynı üzüntüyü ağır kas hastası çocuklarla çalışırken de hissettim Japonya’da. Sırt çantalarını kendileri taşıyorlar, her türlü aktiviteye, yapabilecekleri şekilde, katılıyorlar. Sınıflarını temizliyorlar. Hatta deli bir ırmakta can yelekleriyle yüzdürmüştük çocukları. Bizleri, bizim ana babaların tepkisini düşününce yüzüme kocaman bir gülümseme yayılmıştı.
edebiyathaber.net (4 Eylül 2024)