Tarih, dünya üzerinde yüzyıllardır var olan canlılar olan bizlerin yaşadığı her şeyi gözler önüne serer. Serer sermesine de tüm gerçekliğiyle mi işte o tartışılır… Tarihin bellek kaydını tutanların, değiştirdiği gerçekliklerdir çoğu zaman önümüze konulanlar. Resmi tarih denilen ise gerçeklikten çok yazanların kendi bakış açılarının yansımasıdır. Fakat tüm bunlara rağmen gerçeğin kaybolmama gibi bir huyu var. Bir şekilde yolunu bulup karşımıza dikilir. O yüzden tarih bir gün yazacak demez miyiz zaten… Geçmişi dinlemek, onun etkisinde kalmak, geleceğe şekil vermeyi zorlaştırsa da insanlığın ders alacak çok şeyi var tarihi bellekten. (Tabii gerçeğin kaydını tutan toplumsal bellekten.)
İnsan ders alma konusunda nedense tam bir beceriksizlik örneği sergiler. Tarih boyunca yaşanılanları sanki hiç yaşamamış gibi aynı yanlışlıkların etrafında dönüp durur. Sürekli bir hayal âleminin içinde olmasından mıdır yaşadığı anı kabullenmişlik duygusundan mıdır, yaşadığı olumsuzlukları değiştirme gayretinde de olmaz. Deneyimlenerek yola çıkmak gerektiğini bilmesine rağmen yolun ortasında (çoğu zaman başında) aynı hataların tekrarını yaptığının bile farkında değildir. Yollar değişir, konuklar değişir ama oyun yüzyıllardır aynı sahnede farklı seyircilere oynamaya devam eder. Yaşam, tüm (bazı) repliklerin ezbere bilindiği filmin tekrarı halini alır böylece.
“Öncekini bilmek, farklı bir sonrası yaratmanıza olanak tanır. Kim olduğunu ve nereden geldiğini bilmeyen bir insanı hangi değişim süreci ilerletebilir?” der Eduardo Galeano. Geçmişin bilgisi bir güç kaynağıdır. Galeano, bu yüzden insanlığın tüm belleğini oluşturan hikâyeleri toplar. Bir arkeolog gibi geçmişi kayıt altına alır. 1999 Lannan Kültürel Özgürlük Ödülü’nü kabul ederken de, “…tarihi anlatmanın bir yolunu bulmaya çalıştım.” der.
Gelişen teknolojinin mekân farklılıklarını elimizden aldığı siyasetin kocaman küresel köye dönüştürdüğü bir kutudur dünya. İçinde birbirinin benzeri olan ve aynı şeyleri tüketen tek tip insanların olduğu… Bunun yaratıcıları da çocukluğumuzun sirklerindeki o sihirli aynalarından yararlanırlar. (Yansıyan komik görüntülerimizle eğlendiğimiz o aynalardan…) Tüketim kültürünün değerlerini yansıttıkları bu aynaların (ekranların) önüne oturttukları bizlerse, bize sunulan bu düzenin parçası olma gönüllülüğü ile direnç göstermeyiz nedense. Sessiz ama mutlu (inandırılmış) köleler…
Devlet, tüm bunlar olurken Galeano’ya göre; ucuz iş gücünün disipliniyle, güdük ücretlere mahkûm ve iş bulamayan tehlikeli emekçi yığınlarını baskı altına almakla uğraşmaktadır. Yoksul insanlarla, bölgeleri yönetmekten de vazgeçmiştir artık. Tanrının insafına kalan bu insanlar ise yoksulluklarına neden olan beceriksizliklerinin ve oyunu kuralına göre oynamamalarının (bunu kadere bağladıkları için hoşnutsuzluk duymazlar) cezasını çekmektedirler. ‘Böyleydiler ve böyle olacaklar’ söylemleriyle kaderlerine razı ve tepkisiz… Başkalarının hayatlarına seyirci olarak göstergelerin sunduğu sanal dünyanın büyüsüne kapılıp hayallerle yaşamalarına izin verilen bir topluluk… Zeki Müren bizi görecek mi film repliğini soranlar, şimdilerde ona benzemenin hayalini kurarlar. Kendi ihtiyaçlarını yaratan ve bağımlılara dönüştüğümüz küresel köyün vatandaşları olarak derin bir bilinmeze sürükleniyoruz anlayacağınız. Ama farkında değiliz…
“Politikacılar değişiklikler vaat eder ama hükümete gelince de değiştirirler. Bazıları o kadar çok döner ki iyice yuvarlaklaşır; soldan sağa bunca hızla nasıl döndüklerine bakmaktan boynumuz tutulur.” Tıpkı gemi kaptanının önce kadınlar ve çocuklar diye bağırması gibi önce eğitim ve sağlık diye haykırırlar. Ama ilk önce nedense eğitim ve sağlık bozulur. Konuşmalarında çalışmayı överler, icraatlarında işçilere küfrederler. Hırsızların yakasına yapışacaklarına dörtnala giden atın nalını bile çalacak kadar yetenekli hırsızlara dönüşürler. “Sandalyenin sağına iliş, sesini yükseltme nedeni sorma, görevlerini yerine getir! Saat kaç? Siz kaç emredersiniz efendim.”
Eğitimin ve iletişim araçlarının tek olası bellekmiş gibi yaydıkları iktidarın belleği kendi kutsiyetini tekrar tekrar övgüler düzerek bize sunar. Tıpkı yeni bir yemek gibi… Yeteneklilerin ödülü, yeteneksizlerin de cezayı hak ettiği bu dünyayı yöneten iktidar, işine geleni unutur. Eğitimin ödül ve ceza ikilemiyle işleyişini sağlayan bu iktidarın amacı yarattığı dünyanın devamını sağlamaktır. Dünyanın her yerinin zaman ve mekândan bağımsız benzeşmesini sağlayanlar; sanal gerçeklikle eğitilen, asıl gerçekliğe dâhil edilmeyenleri cehalet içinde bırakırlar. Doğal afetler, pandemi de onların ekmeğine yağ sürer… (Tanrı da sanki onların hizmetinde…) Pazara alıcı yetiştirenler, onlara güvencesi olmayan işler sunarken; ay sonunu getirmek için kahramanlıklar sergileyenler, özgürlüklerinin ellerinden alındıklarının farkında bile değildirler. Onlar üretilen malların tüketicileridir sadece. Taksitlerle aldıkları eşyaların köleleri… Fakat nedense kamu güvenliği için atılan kolektif çığlıkla pusuya yatmış suç canavarlarının tehdidi altında en yüksek sesle bağıranlar da onlardır. Sanki kendi mülküymüş gibi savunurlar sistemi… Oysa yerinden olma tehdidi ve kira yüzünden beli bükülmüş olduklarının (egemenlerin yüzlerine vuruldukları kapının) bile farkında değildirler. (…hak ettiklerini düşünürler) Bir kandırmacanın içinde yaşadığını anlamayan La Fontaine masallarındaki gibi aynada kendilerini aslan görürler…
Bizlere satılan düşlerin kurbanları olarak, külkedisi masalında yaşıyoruz. Ama gece saat on ikide balkabağına dönüşeceğiz, farkında değiliz. (Masalı bildiğimiz halde.) Zenginlerin şatafatlı hayatlarına sızdığımızı zannedip arkadaşları olduğumuzu düşünerek (inandırılarak) takip ediyoruz onları… Tüm bunların kaderimiz olduğu ve değişmeyeceğine olan inancımızı her daim diri tutarak, taksitlerle aldığımız koltuklara yerleşiyoruz. Altımızdan halımızın çekildiğinden habersiz… Her konuda bilgi sahibiyiz ama tek bir şey bile anlamıyoruz.
Yasalar karşısında hepimiz eşitiz. Ama hangi yasalar karşısında? İşte bunu hiçbirimiz bilmiyoruz… Görünmez kâğıtlar üstündeler çünkü. “İktidarın adalet terazisinin kefelerinden birinin üzerine oturmak gibi bir huyu var.” Gerçek tarih her şeyi biliyor oysa. Resmi tarih ise belleklere yazmayıp, unutturuyor bize. Tam bir bellek kaybı… Unutmanın normalleşmesi… Hatırlamaya ne gerek var, bu bizim kaderimiz. Bu devran böyle gelmiş böyle gidecek nasılsa(!)
Her bireyi rekabete zorlayan diğerlerine düşman yapan sistemin içerisinde dünyanın elimizden alınmasına hizmet ediyoruz hepimiz. Galeano’yu dinleyip; bir anlığına çıldırsak mı? “Durdurun dünyayı inecek var.” diye bağırsak mı? Bağıralım bağırmasına da başka dünya var mı elimizde? (Mars’ı da kaptırdık onlara… )
Her şeye ‘bunda bir hayır vardır’ gözü ile bakmaktan, yazgımız demekten vazgeçip isyan bayrağını çıkarsak… Hep birlikte farklı bir dünya düşlesek ne olur? (Bakın bu bedava…) 2015’te ölen Galeano’nun, peşinden gidip bize bıraktığı hikâyeleri hatırlayarak…
Düşlediğimiz bu dünyada; insanlar sadece yaşamak için çalışsa, eğitim herkesin hakkı olsa, adalet ve özgürlük sırt sırta verse, haritaların ve zamanın sınırlarına en ufak bir önem verilmese, nerede doğmuş ve ne zaman yaşamış olursak olalım adaletin ve güzelliğin çağdaşı ve vatandaşı olsak…
Yaşadığımız bu dünyayı tepetaklak etsek…
Haydi, o zaman ne bekliyoruz?
Haydi; “Buyurun Girin Bayanlar ve Baylar! Buyurun! Tersine dünya okuluna gelin!”
Tepetaklak dönmüş şu dünyayı düzeltelim. Ne dersiniz?
Kaynak:
Eduardo Galeano, Tepetaklak Tersine Dünya Okulu, Sel Yayınları
Havanur Taflan – edebiyathaber.net (2 Haziran 2021)