Söyleşi: Gaye Dinçel
Gamze Güller’in yeni öykü kitabı “Zürafanın Bildiği” Everest Yayınlarından çıktı. Önceki öykü kitaplarını ve kısa romanını severek okumuştum. Bu kez de heyecan ve merakla keşfettim. Her öykünün beni başka etkilediği kitabı yazarla konuştuk.
Neden başköşeye hayvanları koydun? Özellikle de zürafayı…
Anlatmak istediğim meselenin temelinde bilmekle yapabilmek arasındaki fark vardı. Bir gece rüyamda bir zürafa gördüm ve bunu anlatmanın en iyi yolunun hayvanlar olduğunu anladım. Zürafa bunun tipik bir örneği. Uzaklardaki her şeyi gören ama elinden hiçbir şey gelmeyen insanın metaforu aslında zürafa. Günümüz insanının eleştirisi. Yazdıkça diğer öykülerde de farklı hayvanlar belirmeye başladı. Bu kez onların dünyasından anlatmak istedim.
Bazı öyküleri okurken kahkaha attım. Bu doğal mizahi dili nasıl tutturuyorsun?
Hayata bakışımı öykülerime de yansıtmaya çalışıyorum. Olayların komik yanlarını görmeyi severim, kendimle de çok dalga geçerim. Diğer türlü hayat çok katlanılmaz olur. Zaten hayat yeterince zor. Oysa dönüp diğer taraftan baktığımızda her şeyin mizahi bir yanı da var. Hem karanlığı hem komiği görmeye çalışıyorum bakarken. Bazen bir taraftan anlatıyorum bazen diğer taraftan.
Öykülerinin muzip bir mizacı var. Yazarken kendini böyle mi yansıtıyorsun?
Bu benim düşünme şeklimde var sanırım. Oyunları severim. Yazarken de oyunlar kurmayı seviyorum. Hayal gücümü tetikleyecek metinlere açıyorum zihnimi de. Her öyküde yeni bir dünya keşfetmeyi ve yeni bir oyun kurmayı istiyorum. Bu da biraz muziplikle oluyor sanırım.
Okurken kendi kafesimizde dönüp durduğumuzu düşündüm. Ne dersin?
Anlatmaya çalıştığım tam da buydu aslında. Her birimiz kendimize güvenli zannettiğimiz kafesler inşa ettik ve içlerinde yaşamayı tercih ediyoruz. Bir şey yapmamız gerektiğinde kafeslerin bize engel olduğundan dem vuruyoruz, onları kendi ellerimizle yarattığımızı unutmuş gibi. Olan biten her şeyden haberdarız. Olacakları da kestirmekte güçlük çekmiyoruz ama iş bir şeyler yapabilmeye geldiğinde ufak tefek tesellilerle kendimizi oyalıyoruz. Ben tek başıma ne yapabilirim ki, ben yapacağımı yaptım, ben bir başıma bir şeyi değiştiremem… Bunlar son yıllarda en çok duyduğum cümleler. Kendi hayatımız ne kadar güvenliyse argümanımız da o kadar şiddetleniyor. Kendi kafesimize uysal bir hayvan gibi sahip çıkıyoruz ve kafesin dışında olup bitenlere gözümüzü yumuyoruz. Kitapta da bunu söylüyorum zaten: “Zürafanın bildiğini bilmek yetmez. Maharet yapamadığını yapabilmekte. Yoksa insanlığın neye yarar…”
Karakterleri izlemedim, onlara dönüştüm. Atmosferi hayal etmedim, soludum. Böyle hissettirmenin sırrı ne?
Bu güzel ifade için çok teşekkür ederim. Böyle hissettirebiliyorsam ne mutlu bana. Yazarken ben de o karakterlere dönüşüyorum. Hepsi içimden taşıp geliyor. Benden parçalar taşıyor. Anlattığım her şeyi içselleştiriyorum, yaşıyorum. Diğer türlü anlatamam. Her birinin içinde yaşadığı dünyaları görüyorum zihnimde, hepsi gerçek geliyor bana. Gördüğümü anlatıyorum.
Sürprizli sonlar imzan gibi. Okuru mu, kendini mi şaşırtmak daha keyifli?
Amacım okuru değil kendimi şaşırtmak. Yazarken bilmediğim bir sona doğru ilerliyorum ve ne olacağını merak ederek heyecanlanıyorum. Sonu gördüğümde ben ne kadar şaşırıyorsam sanırım okur da o kadar şaşırıyor. Bu her öykü için böyle değil elbette ama öykünün heyecanını seviyorum. Okurken de bu tür öyküler daha çok hoşuma gidiyor. Tahmin edilebilir, çok belirgin sonları sevmiyorum.
Liseli gençlerle buluşuyorsun kitaplarınla. Yetişkinlerden farklı mı tepkileri?
Gençler düşündüklerini dile getirmekte yetişkinlere göre çok daha açık sözlü. Bir şeyi sevdiklerinde de sevmediklerinde de bunu daha net bir şekilde ifade ediyorlar. Herkesin olduğundan farklı görünmeye çalıştığı bugünün “fenomenler” dünyasında okuyan gençler taze bir nefes gibi geliyor bana; net ve daha anlaşılır. Bir şeyi sevdiler mi kucaklıyorlar. Bu anlamda şanslıyım. Ama sevmediklerinde hiç şans vermiyorlar. Gençlerle buluşmayı seviyorum. Karşılıklı olarak birbirimizden birçok şey öğrendiğimizi düşünüyorum.