Gaye Boralıoğlu, İletişim Yayınları’ndan çıkan Mübarek Kadınlar isimli yeni öykü kitabıyla karşımızda. Daha önce Hepsi Hikâye (2001), Meçhul (2004), Aksak Ritim (2009) ve İçimdeki Ses (2013) isimli öykü ve romanları çıkmıştı. Mübarek Kadınlar, adından da tahmin edilebileceği gibi çoğu alt sınıflardan gelen kadınların anlatıldığı, hüzünlü hikayelerden oluşuyor. Boralıoğlu ile edebiyatı, yazarlık anlayışını, siyaseti ve haliyle kadınları konuştuk.
Kitabın isminden başlayalım. Nedir bu mübareklik? Cennet, ayaklar altında mı?
Cenneti bulsam ayaklar altına alır mıyım? Mübareği iki yönden de ironik anlamda kullandım. Biri, hani deriz ya “be mübarek kadın!” diye. Bir anlamı, kadınca muzırlığa, kabına sığmazlığa, şaşırtıcılığa işaret ediyor. Öte yandan kitabımda bir de, benim için kutsal kadınlar var. Yani bildiğimiz anlamda kutsal değil de tam tersine verili kimlikle derdi olan, bir biçimde ötekileştirilmiş, saklanmak, gizlenmek zorunda kalmış, zulüm görmüş, mücadele etmiş, bu yüzden kutsal tanımını hak eden kadınlar.
Nasıl başladı, nasıl oluştu bu kitap? Hikâyeler özel olarak kitap için mi yazıldı yoksa birikenlerden böyle bir derleme mi yaptınız?
Bu kitabın ilk hikâyesi “Mi Hatice”ydi aslında. Bir antoloji için o öyküyü yazdığım zaman kadın zihninin içinde edebiyat diliyle yolculuk etmenin benim için ne kadar konforlu olduğunu fark ettim. Çok uzun zamandır kadın konusu pek tartışılmıyor, artık bu sorun yokmuş, aşılmış gibi davranılıyor. Oysa daha hiç konuşmadığımız o kadar çok şey var ki. Her neyse, işte Hatice’yle birlikte kadın hikâyeleri yazmaya karar verdim. Bazen ilham geldi ve oturup bir hikâye yazdım. Kimi zaman da Türkiye ya da Almanya’dan antoloji ya da gazeteler için öykü istediler. O öyküleri de bu konsept içinde değerlendirdim. Ama asıl olarak niyetim, kendime bu öykülerle bir kadın arkadaşlar güruhu yaratmaktı. Kadın arkadaşlığının güzelliğini bilenler bilir.
Hikâyelerde bir hüzün var, eksiklik, yenilmişlik, yıpranmışlık. Kahramanı erkek olan ve birbirini tamamlayan iki hikâye bile böyle. Gaye Boralıoğlu’nu hikâye yazarken başlangıç noktası olarak ne tetikliyor?
Galiba vicdanım. Tabii ki bazen gazetedeki bir haber, bazen çocukluğumdaki bir sızı, bazen birisinin ettiği bir cümle. Ya da öyle boş boş denize bakarken, karşıdan beliren bir tekne. Her şey yazmak için tetikleyici olabiliyor. Ama benim için yazmak, ruhumun göç etmesi demek. Böylece ondan kurtuluyorum. Şaka bir yana, bu göç genellikle sevmek, kucaklamak, şefkat göstermek istediğim kimselere doğru oluyor. Edebiyatın böyle bir gücü olduğuna inanıyorum. Bir kitap okuduğunda insan omuzunda bir el hissedebiliyor mu? Bu sorunun cevabı benim için mühim. Yanılıyor olabilirim, o zaman da yazmayı bırakırım.
Tabii öte yandan şu da var: Milletçe içimizde arabesk bir ruh var. Herhalde bende de vardır. Bir Müslüm Gürses’le mesela, kendimizden geçeriz hepimiz. İstemesek, sevmesek bile. Yani şu oluyor: Bu sefer matrak bir hikâye yazacağım, yeter be diyorum, oturuyorum yazmaya başlıyorum. Sonunda bakmışım gene bir gözyaşı, bir hüzün… Galiba hüznü seviyorum. Terazi burçları hüznü sever ayrıca.
Muhalif bir tortu var hikâyelerde. Bazen doğrudan siyasi bir mesele veya. Aktüel siyaset ne kadar etkiliyor edebiyatınızı?
Fazlasıyla etkiliyor. Kendimi bildim bileli bir şekilde siyasetin içinde oldum. İçinde olmasam da kıyısında, köşesinde. İçimde bir adalet terazisi var durmadan salınıp duruyor. Yazdığım şeyler de bu salınıma ayak uyduruyor ister istemez. Öte yandan bir isyan da var. Türkiye’de hasır altı edilmiş, anlatılmamış, yok sayılmış, engellenmiş o kadar çok hikâye var ki. Toprağın altında kemikleri sızlıyor insanların. Buna da isyan ediyorum.
Siyaset bahsinden devam edeyim, kitaba dayanarak şunu sorayım: Erkek aklının yönetmediği bir alan var mı? Mesela edebiyat bu alanlardan biri mi? Biri olabilir mi?
Yok, edebiyat bu manada en berbat alanlardan biri. Yayınlanan kitapların oranlarına bakın, edebiyat dergilerinde kadınlara ne kadar yer ayrıldığına bakın, görürsünüz. İşin kötüsü, benim gençliğimden bu yana Türkiye’de kadınlar açısından daha fazla geriye gidiş oldu. Meclisin aritmetiği, yönetim mekanizmalarındaki kadınların oranı, iktidardakilerin bir çırpıda kadınları aşağılayan eril dili, kadın kimliğini bir kez daha ve bu kez daha derinden, daha ciddi bir şekilde tartışmayı zorunlu kılıyor.
Hikâye ve roman yazanlara sorulur. Sırada roman mı var?
Öykülere devam ederim ama bu sonbahar bir romana başlayacağım. Ama korkuyorum, onu da söyleyeyim.
Söyleşi: Serap Uysal – edebiyathaber.net (10 Ekim 2014)