Ertuğrul Özkök’ün “Talimat Gazeteciliği mi Dediniz?” yazısını okuyunca şunu düşündüm:
İyi bir gazete yazısı için öncelikle birikim, ince zeka ve üslup gerekir.
Andığım yazının içeriğinden söz edecek değilim.
Buna değinirsem, şu an yazacaklarımı da burada okuyamazsınız ne yazık ki!
Zaman zaman okuduğum ve yazdığım gazeteleri baştan sona ayrıntılı biçimde irdelediğim, deyim yerindeyse; analiz ettiğim olur.
İletişim Fakültesi’ndeki derslerimden gelen bir alışkanlıkla; neyin/nasıl olması, sunulması gerektiğini görmek/göstermek/anlatmak ve öğretmek için bu yolu seçtiğimi söyleyebilirim.
Şunun altını başlangıçta çizmeliyim: Gazete yazısının işlevi gazeteciliğin işleviyle belirlenir. Gazeteci çağına karşı sorumludur, ama o, bir ânın gerçekliğinin tanıklığını yapar. Küçük de olsa, yaşanan zamana tanıklık ederken, geçmişe dönüşen o ânı tarihe kaydeder. Başka yerlerden silip kazısanız da, gazetecinin tarihe kaydettiği o ânı silip atamazsınız. Eğer ki vicdan duygusuyla yola çıkarak mesleğini yapıyorsa düştüğü kayıt önemlidir.
Yazarın bir işlevi vardır, evet. Ama gazetecinin işlevi yazarın işleviyle aynı değildir. Gazetecinin çevresi /çerçevesi güven/bilgi/haber/yorum/analizdir. Yazar ise insana/topluma kendi penceresinden bakarak kendi gerçekliğinin dilini yaratır. Yazar yeniden yaratıma gidebilir, ama gazetecinin böyle bir lüksü/seçeneği yoktur.
Gazetecilik Derken…
Gazetecilik bir “servis” işidir, her sözünüz orada anlam/değer bularak okura erişir. Bu nedenledir ki, gazeteci zamanla yarışır.
Gazetelerin “yazar”lara boyun eğdirip önünde çoğu kez diz çöktürdüğü olmuştur. O, hâlâ yazar olduğunu sansa bile, bir köşenin kölesidir o kadar. İyi yazarlar da, bir süre sonra, gazetede yazı makinesine dönüşürler. Oysa, iyi gazeteciler için bu hiç de öyle algılanmamalı. Çünkü, her gün gazetede yazmak onların işinin doğasını oluşturur. Bugün bir Sedat Ergin’i, Kadri Gürsel’i “iyi yazar” oldukları için okumayız, “iyi gazeteci” oldukları için yakından izler, ne söylediklerine dikkat ederek okuruz. Bilirsiniz ki; Ergin de, Gürsel de gazetecilik yapmaktadırlar. Yazılarına yansıyan bilinç/bakış budur.
Gazetecilik vitrinde (benim için alanda) bir meslek olduğu için birçok edebiyatçıya albenili gelir. Ama mesleği gazetecilik olmayan yazı insanları için gazeteciye özenerek sürekli yazmaya heveslenmek, hatta gazeteci gibi davranmak öldürücü olmanın da ötesindedir.
Bir madenciden kalıp ustası çıkaramayacağınız gibi, bir edebiyatçıdan da gazeteci olmaz.
Veterinerlikten gazeteciliğe, oradan da televizyonculuğa geçen Orhan Duru, öykücülüğünün değerini düşürmüştür bence. Bu mecrada bunun gibi sayısız örnek vardır.
Bu ülke, ne yazık ki, yazar olmak isteyen gazeteciler, gazeteci olmak isteyen yazarlarla dolu.
“Kendilerinin gazeteciliğini yapmak” tanımını kullanan Claire Parnet, zamanımızı okur gibidir. Bunlar bir bakıma her şeyi kendilerinden başlattıkları gibi; televizyona da bulaşmışlardır. Bir tür “medya hokkabazı”dırlar. Önlerine gelen her şeyi yaparlar: köşe yazısı, röportaj, canlı yayın, tartışma programı, belgesel, medya maydanozluğu, gurmelik, tur rehberliği, akil insanlık…Galiba tek yapamadıkları şey, toplumun vicdanı olan gazetecilik.
Yövmiyeli işçi gibi iktidarın arabasına binmeyi de sever böyleleri. Ya da uzaktan sapanla taş atan köşebaz halleriyle topluma ayar yapmaya bile kalkarlar.
Bu seyirde “her şeye boyun eğen gazeteci” tipi yaratıldı. Ama şu da var; içi boş derme çatma sözlerle karşı çıkan da “muhalif gazeteci” oluverdi birden. Baktığınızda orada da vasatın egemenliği söz konusu. Gündelikçi gibi program program, gazete gazete gezmeleri…
Burada, bence, “sakıncalı gazeteci” tipi değişmiştir artık. “Yararlı/akçeli gazeteci” var edilmiş, “hadi tosunum” denilerek ortaya salınmışlardır.
İşte tüm bunların özünde bu mesleğin küresel dünyada uğradığı dönüşümün yanlış algılanması vardır.
Dönüşümün İlk İşaretleri
Rahatça söyleyebilirim ki; bir yıla yakın bir zaman dilimi süresince haftada iki gün, nehir söyleşi kitabımız için bir araya geldiğimiz Emre Kongar ile sohbetlerimiz benim için bir “ders” onun için ise (kendi nitelemesiyle) bir “yüzleşme” olmuştur.
Kongar’ın “sakal meselesi” yüzünden üniversiteden ayrılmak zorunda bırakılıp, İstanbul’a gelmesi basın dünyasına da adım atmasına neden olur.
O alandaki işi/uğraşı ve deneyimlerini konuşurken; benim için öğretici olabilecek ilginç şeyler anlatmıştı.
Türkiye’yi ve dünyayı okuyabilen bir sosyolog olarak, Türkiye’nin en büyük gazetesindeki görevi her gün gazeteyi baştan sona okuyarak her şeyiyle analiz etmekti. Bunun sonuçlarındansa nasıl yaptığı, neleri nasıl değerlendirdiği beni daha çok ilgilendirmişti.
Burada küçük bir parantez açmalıyım; geleneksel anlayışla gazete çıkaran ve gazetede yazanların Kongar’ın raporlarına ilk tepkisi ilginçtir ki ben bu tepkiyi “Kimse kendisine ayna tutulmasını istemez” diyerek yorumlamıştım.
Gazete okurluğumun bir ölçütü/kıstası vardır elbette. Tıpkı yazarlığımda yaptığım gibi; ne yazarsam yazayım önce “bilgi”ye bakmışımdır. Ama bende iz bırakan yazarlar daha çok üslupçulardır. Çünkü, bilgi, yazıda tek başına taşıyıcılığı sağlayamaz.
Bilgiye sadece okuyup öğrendiklerinizle değil, yaşayıp gözledikleriniz, eğitiminiz, merak ve tutkularınızla ulaşırsınız. Bunlar her adımınızın belirleyicisi olurlar.
Gazete okurluğunu da yaşamsal gerekliliklerinizin arasına katan o donanımınız değil midir?
Öyleyse bir okur olarak, okumaya yöneldiğiniz her gazetede, neyin/nasıl anlatıldığı, kim/ler tarafından ne/nasıl söylendiği de önem kazanır elbette.
Gazetenin Uğrak Noktaları
Doğru/yansız haber, yorum ve analiz bir gazetenin varlık sebebi, temel şartı değil midir?
Doğrusu şu ki, bir gazeteyi gazete yapan en temel öğe insan faktörüdür. Sadece bu işi kimin/nasıl kotardığı değil, o kişinin donanımı/birikimi, nasıl yetiştiği de insan faktörünü belirleyici kılar.
Ama nerede eğitim almış olursa olsun gazeteci, gazetede yetişir. Yaptığı işin mecrası onu geliştirir, ona mesleği öğretir. Şunu derslerimde hep yinelemişimdir: İletişim fakültesi size bu mesleğin ne olduğunu gösterir, yalnızca diploma verir; ama siz bu mesleği asıl gazetede televizyonda işin başında yani mutfağında öğrenirsiniz.
Akademisyenlikten gazeteciliğe geçen Özkök’ün gazeteciliğe taşıdıklarını eleştirebilirsiniz. Yazdıklarına itirazınız da olabilir. Ama unutmamak gerekir ki gazetecinin gazetecilik tutumunu, ele aldığı konuyu/sorunu yansıtma biçimini görüp, gösterdiği/taşıdığı birikimden her dem bir şeyler öğrenebilirsiniz.
İşte Özkök orada uyarıcıdır, eleştireldir. Çünkü bilgiyle yazar, bir üslup geliştirdiği için, bunun diliyle konuşur. Çok “net”tir, açık ve saydamdır. “Açık gazetecilik” yapar. Sözü gezindirip durmaz. Yan/yön bakışına takılıp, kör kuyulara sapmaz. Algı düzeyinin açıklığıyla hem kavratıcı hem de kuşatıcıdır.
Öte yanıyla baktığımızda, köşe tutan bir “yazar” edasıyla laf ebeliklerine girişmez. Gazetecilik tutumudur yazısına yansıyan, üslubunu belirleyen. Çünkü, bilir ki bu köşedeki her sözcüğü, kurduğu her cümlesiyle gazetecilik görevini yerine getirmektedir. Bilgi, yorum, aydınlatma, muhalif söylem gazetecinin kamu adına olmazsa olmazlarındandır.
Evet, işin özüne döndüğümüzde gazetecinin yalnızca haber ulaştıran bir “muhabir” olmadığını, gazetenin bütün sathına yayılan bir içgözle dünyayı okuyarak her sabah akşam insanlara birçok bilgiyi doğru/yansız/ilkeli biçimde yansıtması gerektiğini söylemek isteriz. Bu, sanat haberinden, üçüncü sayfa haberine, politik yorumdan, dış dünyadaki olaylara kadar her bir mecrada gazeteci gibi gazetenin de izlemesi gereken başlıca tutumdur. Ama eğer siz “talimat”lar alarak bu işi yapmaya soyunursanız, yaptığınız gazetecilik olmaz. Bunun adı başka bir şeydir. Zamanın eleği bunları eler, değirmeni de öğütür.
Galiba asıl anlatacağım fasla geldik; “gazeteci”, “yazar” mıdır?
Feridun Andaç – edebiyathaber.net (3 Haziran 2014)