Yıllar önce Evlerin Yüreği’ndeki öyküleriyle okurun yüreğinde unutulmaz bir yer kazanan Şenay Eroğlu Aksoy, son kitabı Gece Çığırtkanları ile öykü sanatındaki yerini biraz daha sağlamlaştırıyor.
Gece Çığırtkanları; oldukça farklı ve kendine özgü bir tarzda yazma çabasıyla dikkat çeken yazarın, kendi tarzı içinde giderek ustalaştığını kanıtlayan öykülerle dolu, özgün bir toplam. Belki bir toplamdan da öte; anlam, biçem ve biçimin öykü estetiği içindeki bileşimini inceden inceye sezdiren bir bütünselliğin adı.
Gece Çığırtkanları içindeki yirmi iki öykünün her birinden ayrı bir estetik tat alınıyor. Yazarın ince ince işlediği öykü dilinin tüm metinlerin dokusuna sinmiş olduğu görülüyor. Gizemin, belirsizliğin egemen olduğu öykülerde kişilerin iç derinlikleri ve ruhsal çelişkileri başarıyla dillendiriliyor. Hayatın kırılma noktalarına incecik bir gizem ve duygusallıkla nüfuz eden bu öykü metinleri, okurun da yüreğinin derinliklerine sızan anlamlarla yüklü.
Şenay Eroğlu Aksoy’un öyküleri “modern kısa öykü” kapsamına dâhil olan metinlerden oluşuyor. Bir zaman kesiti ya da upuzun bir ânın içinde farklı zamanlara gidip gelen bu öyküler, kısa olduğu kadar da yoğun. Her öykü, okunma ânı boyunca ve metnin bittiği noktada okuru adeta “sürekli şimdi”nin içinde yaşatıyor; düşünme ve düşleme süreçlerine çağırıyor; zihin ve imgelemde oluşan yeni düşünce ve düşler, insanı yaratıcılığa ve anlam üretmeye yönlendiriyor. Her metin o kadar koyu ve kesif bir halde ki, alımlama/yorumlama süreçlerinde açılıp genişleyerek çok katmanlı, büyük bir evrene dönüşüyor ve bir bakıma Füsun Akatlı’nın “Öykülerde dünyalar vardır” fikrinin sağlam bir kanıtını oluşturuyor. Julio Cortazar’ın “Kısa öykü gerçeğe doğru bir açılıştır; gözle görünmez bir noktanın akıl almaz bir büyüklüğe doğru açılışı; sınırlı ve bireysel olanın insanlığın özüne doğru açılışıdır.” sözünü doğrulayan Gece Çığırtkanları’nın metinleri, evrenselliğe, insanlığa açılmakta.
Ayrıntılar da önem taşıyor bu öykülerde. Metin içi gerçeklikte mekânlar çok net olarak kendini belli etmese de o mekânın zihnimizde kurulmasını sağlayan önemli ayrıntılar yer alıyor. Nitelikli okur, metnin ayrıntılarında ve ipuçlarında anlamı en geniş şekliyle açılımlayabiliyor. Öykülerde birbirini atmosfer ve anlam açısından destekleyen belirli imgelerin sıklıkla yer alması, bütünlüklü bir öykü dünyasının oluşmasını sağlıyor. Derin çukurlar var bu kitabın öykülerinde; oralara gömülenler, terk edilenler var; insanlar, anılar, eşyalar ve kayıp zamanlar… Yazarın, yaşadığımız güncel gerçekleri öykü estetiğine dönüştürmesi, bakış açısını ve yazınsal tutumunu net olarak gösteriyor. Göçmenliği, savaşın acılarını, dağılan yuvaları, korku dolu çocukları, yazınsal/dilsel estetiğin ve insani duyarlılığın içinde okuyor ve derinden etkileniyoruz.
Her gün gördüğümüz gerçeklere, yaşam ayrıntılarına, sıradanlığa dönüştürdüğümüz ve aşındırdığımız kimi olgulara yepyeni ve farklı bir bakış açısıyla bakabilen; kendine özgü bir dil içinde dünyayı yeniden anlamlandıran, metin içi yaratıcı unsurları ve dengeleri iyi kuran yazarlardan Şenay Eroğlu Aksoy.
Sevgiye hasret kalmış yalnız insanların dramları Gece Çığırtkanları kitabındaki öykülerin pek çoğunun ana eksenini oluşturuyor. Metinlerde anlatıcı seslerin ya da anlatıcı öznelerin sıklıkla yer değiştirmesi ve zaman geçişleriyle karşılaşıyoruz; bu geçiş ve bağlantılar ustalıkla kurulmuş ve kurguya örgülenmiş. Bazen bu geçişlerin içinde “Karanlığın Sırrı” öyküsünde olduğu gibi şizofreniyi çağrıştıran ruhsal yarılmalar ve kişilik dönüşümleri de fark ediliyor.
Şenay Eroğlu Aksoy’un, Bilge Karasu’ya selam gönderdiği sezilen ve kitaba adını veren “Gece Çığırtkanları” öyküsündeki tekinsiz, korkulu ve karanlık atmosfer, içinde yaşanan zor zamanları temsil ediyor. Bilge Karasu’nun dillendirdiği 1970’ler ve 1980’lerdeki karanlık, daha da koyulaşarak insanların yüreğine çökmektedir: Gece’yi, Göçmüş Kediler Bahçesi’ndeki öykülere atıfta bulunan “Gece Çığırtkanları”nda, balık, av, olta, ölüm, yangın gibi imgeler; metnin içinde insanın özgürlük ve varoluş mücadelesiyle bütünleşiyor. Öyküdeki kimi cümleler de insanın sözle, yazıyla, yaratımla gerçekleşen var olma çabasıyla ve kendi karanlığıyla yüzleşmesiyle bağ kuruyor: “Ne oluyor, nasıl oluyor da gecenin, karanlığın fırçasıyla birçok şeyi örterek açtığı o büyük boşluğu, hep kendi sözlerimizle dolduruyoruz? Yetmiyor, bir de yazıyoruz bu güçle deşip dağıttıklarımızı. Yazdıklarımız öylesine içli ki, kimi zaman kendimiz bile birkaç kez okumaya dayanamıyoruz. Geceye karışıp bir kerecik olsun kendi karanlığına bakmamış olanlar, onlar duyamazlar ki gecenin açtığı boşlukta yankılanan sözcüklerimizi… Geceyi bilenler kimi şeylerin açığa çıkması için herkesin uyumasını bekliyor.” (s.13)
Hayattan kesitler, anlar ve izlenimlerin ön planda yer aldığı Şenay Eroğlu Aksoy’un öyküleri, empresyonist tablo etkisi yaratıyor muhayyilemizde. Yanıp sönerek dış dünyayı an be an değiştiren ışık ve gölgelerin; hayata nokta nokta dokunan renklerin izlenimleri, benliğimizin tuvalinde ebedi bir resim oluşturuyor; umarsız yalnızlığın büyük resmi o.
Şenay Eroğlu Aksoy’un incelikli bir öykü dünyası; farklı bir üslubu, kendine özgü bir öykü tarzı var. Öykü diline yüklediği felsefi ve psikolojik söylem, metinlerini derinlere taşıyor. Hayatın kıyısında, varoluşun gizeminde, karanlığın derinliğinde dolaşan bu öyküler, dışımızdaki ve içimizdeki geceyi işaret ediyor. Okudukça kendi benliğimizdeki dikenli telleri, sözcüklerin büyüsüyle aşıyor; ışığa, özgürlüğe, insanlığa koşuyoruz. Yüreğimiz yırtılıp kanıyor olsa bile…
Hülya Soyşekerci – edebiyathaber.net (8 Ocak 2018)