Gel diyor… Gel…
Her dizesinde “Gel” diyor. Kime diyor, neden diyor, ne zaman diyor…
Bizimle beraber bu korkunç gerçeklikte nefes alıyor hâlâ yazar. Ve belli ki, hâlâ bekliyor. Beklemese, “gel” diye haykırır mıydı her cümlesinde…
Herhangi birini çağırmıyor ama boğumu. Herhangi bir başlığın altını, “sadece” doldurmuyor dizeleri.
Her sayfada, başka bir olmamışlığı yineliyor içini kendi parmaklarıyla kanatarak. Üstelik bundan zevk değil, acı duyarak… Zamanın olduramadığı ne varsa suratına çarpıyor “sade ve sadece” insan kelimeleriyle… Öyle muzdarip ki insan suretinden, biçim değiştirmek istercesine hoyrat döküyor duygularını. Alıcısı kim, umursamıyor sanki. “Anacan” diyor belki de o en çok sevdiği ve özlediğine… Kendi toprağına –anasına- yazarak başlıyor korkarak. Biliyor, kimse de kabulü olmasa da anası kucaklar kelimelerini. Kucaklıyor da. Sadece anası değil, okuyan da…
Mesut Örs…
Örs: “üzerine çivi çakılacak ayakkabının geçirildiği kunduracı aracı.”
Her birimizin darbelerden korkan sol ayağına, döküyor yüzünü… Çivi belli, ayak belli, ayakkabı?..
Bir kunduracının ayakkabı döverken ki sessizliği gibi usulca sızıyor geceye. En güzel geceleri okunuyor “Al Söyle Beni”. Kâğıttan evlerde kurulan, sabah olduğunda uçan hayallere “olsun” diyor.
Durmaya bile bir biçim veriyor… Beklemek bir eyleme dönüşüyor.
“Deli, hoyrat bir çocuk
Elinde kalbi
İnerken suyun dibine
Soruyor kendine
“Düşten uyanmak mı iyidir
Yoksa
Düşte yaşamak mı
Hiç uyanmadan?
Bekliyor çocuğun cevabını
Su”
(Syf:85, Yitirdiğimiz)
Herkes kendi sualinin mahreminde kavruluyor. Al, oku, söyle kendine…
Ayça Güngör – edebiyathaber.net (1 Mayıs 2018)