Yaşadığımız zamanı kayda geçen bakışta önce resim, sonra yazı, daha sonra da fotoğraf vardır.
Bugünden düne dönerken kişisel tarihimizin birkaç kuşak ötesindeki bilgilerin yetersizliğinden yakınır çoğumuz.
Yazılı zamanlara geçişimiz bize anı/özyaşam/mektup/günce gibi türleri hemen kazandıramadığı gibi; bunları taşıyıcı kılabilecek bir bilinçlilik düzeyine de çok eriştiğimiz söylenemez.
“Şarık Tara Anlatıyor”u (2015) okurken, yaşananları söze taşımanın önemini bir kez daha gözledim.
Şarık Tara şunları söylüyordu: “Hayat hikâyemi anlatmadaki amacım başımdan geçen hadiseleri gelecek kuşaklara, özellikle gençlere aktarmaktır. Okudukları takdirde nasıl başarılı olabileceklerine bir miktar yardım eder diye düşündüm.”
Bir tür anı-özyaşam anlatısı onunkisi. Geçmişine dönük bir araştırma adeta. Yazın dünyamızda pek rastlanamayan ayrıntılarda yaşanan dönemlerin, tanıklıkların, olup bitenlerin/sürenlerin öyküsü…
Yaşam yazıcılığı başlı başına bir tür.
Bu nedenledir ki; herkesin yazması gerektiğini düşünürüm. Bir berber anılarını yazmalı, bir terzi oturup mesleki deneyimini yazıya dökmeli.
Biz, bir toplumun, bir kültürün, bir yerin inşa sürecini ancak yazılanlarla öğrenebiliriz. Dahası, öğrenebileceğimiz ana kaynaklardan biridir yazmak.
Stendhal’in romanı “ayna tutan” bir tür olarak görmesi boşuna değildir.
Paolo Emilio Taviani’nin “Cristoforo Colombo’nun Maceraları”nı (2003) okurken de bir başka gerçeklik çıkıyordu karşımıza: O da ünlü kâşif Colombo’nun yaşamının araştırılmasına çıkıyordu anlatısında. Öyle ki, onun geçmişinin kökenlerine değin iniyordu. Biz de, okur olarak, Colombo’nun üzerinden bir çağ tarihini okuyorduk böylece.
İşte bu birikimdir aslında bizi romana götüren de. Yazılmayan bir geçmiş, anlatılamayan bir hayatın romanı oluşamaz.
Örneğin, Armen Garo’nun anılarını okuyarak bir dönem romanı yazma düşüncesine bile pekala yönelebilirsiniz. Onun yaşamı/tanıklığı başka zaman bilgileriyle buluşturularak bir anlatıya dönüştürülebilir.
Bir konuşmamızda Yaşar Kemal, anılarını yazmaya karşı olduğunu söylemiş, şunu dile getirmişti; “Kimsecik üçlemesi benim hayatımdır. Ama bunu anı olarak yazsaydım böyle yazamazdım. Roman olarak yazdığım için kendimi özgür hissettim.”
Demir Özlü ise, “İşte Senin Hayatın” anlatısında Yaşar Kemal’in yaptığının başka bir boyutunu gerçekleştiriyor. Kendisini anlatısının odağına yerleştirirken, ikinci kişi anlatımıyla da kendine dışarıdan bakmayı yeğliyor. Orada izleyen/gözleyen bir anlatıcıdır artık Demir Özlü.
Sanırım, bugün, kendini yazmak/anlatmak, geçmişini yazarak araştırmak isteyenler için yazınımızda özgün örnekler adım adım çoğalmakta.
Unutmayalım, Fakir Baykurt özyaşam öyküsünü sekiz ciltte kotarmıştı.
Feridun Andaç – edebiyathaber.net (26 Ocak 2015)