Geçmişin tortularını taşıyan öyküler |  Dilek Altundağ

Temmuz 2, 2024

Geçmişin tortularını taşıyan öyküler |  Dilek Altundağ

Edebiyat metinlerinde kelimelerin ve farklı dil ögelerinin bütünlüğüne sirayet eden bir ahenk vardır. Yazar, metnin sesini muhatabına duyurması için çaba sarf eder. Metnin temasını, derdini okuyucuya anlatabilme gayreti içindedir. Çünkü iyi bir metin tıpkı konuşan, düşünen, duyan bir canlıdır.

Bütün bunların bilincinde olan Abdullah İpek’in ilk öykü kitabı Son Güzel Günler, Şubat 2024’te Loras Yayınları etiketiyle çıkıyor okuyucusunun karşısına. İpek; metnin sesini kendine mahsus öykü evreniyle kurarak insanın incinmişliklerini, kırgınlıklarını eksikliklerini anlatıyor öykülerinde.

Bir söyleşisinde İpek, “Yazmasam eksik kalırdım diyebilir miydim? Sanırım diyebilirim. Ancak bu eksiklik başka bir yerde ya da başka bir kimsede değil bende olurdu. Çünkü insan yaşadıkları kadar vardır. Anlatmak, paylaşmak insanın fıtratında olan kavramlar. Bu yüzden anlatmasam yazmasam yarım kalırdım.”1diyor. Yazarın gerek okuma gerekse yazma eylemi ile ünsiyetinin geçmişe dayanması yazarlığına dair önemli bir ayrıntı.

Tahkiye ve teknik bakımından geleneksellikten kopmayan Son Güzel Günler; tema, yapı, izlek bakımdan ise modern öykücülüğe eklemleniyor.

“Beklemek”te geçen şu satırlar sadece geçmişin değil duyguların bireyde  yarattığı derin etkiyi gösteriyor. “Burası son durak bilir misin gardaş?”(s.18)

Anlatıcı kahraman, kanser hastası abisini ziyaret etmek için yola çıkmasıyla başlıyor hikâye. Okur, yolculuk boyunca anlatıcı kahramanın çocukluk anılarının içinde kayboluyor.

Kanser hastaları ölüme  adım adım yürüyor. “Göğsü koşmaktan çatlamak üzere olan bir atınki gibiydi.”(s.18)  Onları gördüğümüzde hissettiğimiz duyguların adı oluyor; hüzün, acı, keder. Hastane kapısına adım atar atmaz karşılaştığımız manzara dönüşü olmayan bir durağa geldiğimizi anlatıyor. Burası umutların tükendiği, sözün bittiği yerdir. Anlatıcı kahraman; dilimizin, kalbimizin kemendi oluyor. Hastanede kırılan umutlara değnek olmak için çırpınıp duran hasta yakınları dahil herkesin bildiği, duyduğu bir şey vardır.

“Burası son durak bilir misin gardaş?”(s.18)

“Rutin” de bir yardımcı personeli, İvan’ın dönem ortasında okula görevlendirilmesiyle başlıyor hikâye. İvan, ailesiyle mutlu-mesut yaşayan bir öğretmene yüreğini açıyor. Toplumda en güvenilir mesleklerin başındadır: Öğretmenlik. Belki de bir öğretmenin şefkatini arıyor. Toplumu inşa eden eğitimcinin onu dışlandığı, ötekileştirildiği dünyaya kazandıracağına inanıyor, İvan. Zamanla yaralarının sarıldığını görüyor. Fakat İvan’a toplumun yapıştırdığı etiket var: Öteki. İlk karşılaşmalarından itibaren bu tekinsiz adamın kolundaki kesikleri gören öğretmenin ona temkinli duruşu da bu yüzden. Öteki olması. Hatta o kadar ileriye gidilir ki kendine zarar veren bu tipler başkalarına daha kötüsünü yapabilir. İşte sıra dışı bir karaktere öğretmenin de ön yargıyla yaklaşması kaçınılmazdır. Mutlaka araya bir mesafe konulması gereken tiptir. Telefonla da açılmayan o mesafe, İvan’ın son sesidir. Varoluşa son veriliş herkesin vicdanında ömür boyu yaşayacağı bir pişmanlık olarak kalır.

Son Güzel Günler’in pandeminin izlerini taşıyan kitabın son öyküsü, “Eskidendi”de ters köşe eden bir final beklemektedir okuyucuyu. İçimizi sızlatan hazin sonun hikâyesini bir ipucu vererek okuyucuya bırakıyorum. Belli bir kesime sıradışı gelen bir konu işlenmiştir bu öyküye.

Kabullenmekte zorlanılan toplumsal bir olgunun var olduğunu göz önüne sergilemek isteyen İpek; hayatın, insan ruhunun henüz dokunulmamamış havzalarında kol gezmiştir. Kâh geçmişte kalan unutulmayan aşk hikayeleriyle kâh mezhep- kültür farklılıkları olan gençlerin düğümlerini çözerken girdikleri girdaplar anlatılmaktadır.

Abdullah İpek, sahneleri öyle sağlam kuruyor ki öyküleri sonuna kadar sabırsızlıkla okuyoruz. Çünkü her öykünün finalinin biziters köşe etmesini bekliyoruz. 

edebiyathaber.net (2 Temmuz 2024)

Yorum yapın