Temmuz 2020’de İthaki Yayınları’ndan çıkan roman, 20. yy. edebiyatını derinden etkileyen James Joyce’un yaşamı ve eserlerini odağına alıyor. Fuat Sevimay ömrünün büyük kısmını Joyce ile Joyce için çürütmüş (Bu ifade yazarın kendisine aittir:). Sanatçının Gençlik Portresi, Dublinliler, Ulysses, Denemeler Makaleler ve Eleştiriler, Sürgünler ile Finnegan Uyanması’nı, yani Joyce’un şiirleri ve mektupları dışında tüm külliyatını çeviren (dünyadaki tek çevirmen) Sevimay, Joyce eserlerini okumaya bir anlamda kılavuzluk ederken, Joyce’a dair “anlaşılması, okunması” çok zor ön yargısını da ortadan kaldırıyor.
Okumaya başlamadan önce davetkâr kapağıyla dikkat çekiyor Benden’iz James Joyce. İçimizden biri gibi çizilmiş Joyce, gelin çay içip sohbet edelim, korkmayın benden dercesine bakıyor bize. Kapak resmi ve iç sayfalardaki haritalar Ayşegül Sevimay tarafından çizilmiş. Yazardan önce çizerimizi kutlamak istiyorum. Eşi Fuat Sevimay dolayısıyla, yıllardır Joyce’a bu kadar yakın olması (ki bu da başlı başına kutlanması gereken bir durum) çizgilerine yansımış. Yazarımız da böyle düşünmüş olmalı ki ithafı “Elif’e, Emir’e ve elbette Ayşegül’e” diye yazmış.
“James Joyce ölür mü hiç. Çevirmenim diyor edebiyatçıyı öldürüyor. Yazarın kâğıda dökülmüş yüreği ebediyen atar,” (s. 15) diyen Joyce’un sözüne kulak veren yazar; onu Zürih’teki mezarından kaldırıp 2013 İstanbul’una, Gezi direnişinin ortasına bırakarak başlattığı romanla okurun Joyce’u ve eserlerini daha yakından tanımasının yolunu açarken, onun edebi dehası ve ölümsüzlüğünü bir kez daha gözler önüne seriyor.
Galata Kulesi’nde başlayan Joyce ve çevirmenin muhabbeti birkaç sayfa sonrasında, romanın meselesini ortaya koyuyor. Şöyle diyor Joyce: “Yazarken istedim ki arabacısı garsonu, işçisi esnafı, herkes okusun, sanat halkla buluşsun. Varsıl yoksul kim varsa bilsin ki kahraman kendisi. Ama bu elitist tayfa yani seçkinciler diyor ki; Joyce’u anca ben bilir, ben okur, ben anlarım. Siz okuyamazsınız. Neden? Kültürsüzsünüz. Sen nereden biliyorsun be kültür ne, kimin kültür?… Neymiş efendim, Odisseas veya Shakespeare’i sular seller gibi bilmeden, Ulysses’i asla anlayamazmışsın. Portre’yi okumak için Aristo mantığını, felsefesini, dahası Hıristiyan ilahiyatını bilmen şartmış. (s.13) (…) Daha İngiltere’de İrlanda’da bile okumuyorlar doğru dürüst. Ama herkesin elinde dilinde. Kitaplığın rafında süs gibi duruyor.”(s. 14)”
İki kalemli, çifte yazarlı bir roman
Fuat Sevimay, yıllardır Joyce ve metinleriyle hemhal olmasından kaynaklı, onun yaklaşımını, düşünüş tarzını bilerek Joyce’u çevirmenle birlikte anlatıcı olarak kurguya dâhil ediyor. Ve edebiyat şöleni burada başlıyor. Fuat Sevimay sadece çevirmen değil, öyküleri ve romanları pek çok ödül almış, seminerler düzenleyen bir edebiyat emekçisi olarak, kaleminin yaratıcılığını birikimiyle harmanlayıp kendinden önceki ve çağdaşı yazarları da kalemine yoldaş ederek, zamandan ve mekândan bağımsız, kurmaca ile gerçeğin bir arada sunulduğu, özgün bir eser ortaya çıkarmış. “İki elin parmak uçlarının birleştirilmesi” gibi, çevirmen ve James Joyce’un kalemleri birleştirilerek, anlatıcıların iç içe geçmesi ile çifteyazarlı (biauthoraphy) bir metin olmasının yanı sıra, metinde biyografi, kurgu ve deneme gibi farklı anlatım türleri bir arada kullanılmış. “Anadilin ahengini de ıskalamadan bazen karakterin ruhuna bürünüyor, bazen yazar oluyor, dünyaya onun penceresinden bakıyorsun. Sokağın iki yakasındaki cumbalardan birbiriyle konuşan iki komşu. An geliyor pencereler iç içe geçiyor, yazar çevirmene karışıyor, çevirmen yazara. (s. 23) (…) Anlatımını tek bir bakış açısına, tek tip dile sıkıştırırsan, değinemediğin diğer bakış açıları ve üsluplarla farkında olmadan ne çok şeyi dışlarsın. Hani nerede kaldı sanatın özgürleştirici işlevi? Oysa edebiyatta ve hayatta bize demokrasi lazım. (s. 341)” Bu cümlelerde ifade edilen edebiyat anlayışının romana her boyutuyla yansıtıldığını görüyoruz.
Edebi bir senfoni olarak adlandırabileceğimiz metin ilerledikçe, Joyce ve Sevimay dışında, Joyce’un etkisinde kaldığı Ibsen, Shakespeare, Dante, Homeros ile dönemdaşı Italo Svevo, Ezra Pound, Hemingway gibi yazarlar da sesleri ve sözleriyle orkestrada yerlerini alıyor. Oldukça zor bir tarama gerektiren çabası ve derlenen verileri kurguya yedirmekteki ustalığından dolayı Sevimay övgüyü hak ediyor. Üstelik bu bilgi aktarımını kuru ve didaktik bir anlatıya dönüştürmemesi, metni baştan sona akıcı, yalın ve ironik bir üslupla götürmesi de ayrıca büyük başarı.
Kitabın ismi ise farklı çağrışımlara, yorumlara açık. Joyce “Derya deniz bendeniz Joyce,” şeklinde yorumlarken, çevirmen “Bende” sözcüğünün aynı zamanda köle anlamına gelmesi sebebiyle “kölenizim, edebiyatın kölesiyim” şeklinde bir yorum getiriyor. “Bende kölenizim, saygının abartılmış hali. Kim köle yazar mı, çevirmen mi? Ya kim efendi okur mu? Hepsi birbirine karışmış (304)” Kitabın adı James Joyce’tan izler, James Joyce izinde gibi çağrışımlara da açık.
Roman; Joyce’un yaşamı ile birlikte Dublinliler, Portre, Ulysses ve Finnegan Uyanması kitaplarıyla bağlantılı olarak kurgulansa da Ulysses daha yoğun bir şekilde odağa alınmış. Tıpkı Ulysses gibi 18 bölümden oluşan romanda, belli noktalarda yine Ulysses ile benzerlik gösteren anlatım teknikleri, temalar ve mekânlar kullanılmış. 16 Haziran günü, Leopold Bloom ve Stephen Dedalus’un Dublin sokaklarında-Joyce ve çevirmenin İstanbul sokaklarında dolaşması, Martello Kulesi-Galata kulesi, Pub-Türküevi, Mezarlık, Hamam gibi unsurlar paralellikler taşıyor.
Romandaki bölümler başlıksız olarak Joyce’un yaşamı ya da eserleriyle bağlantılı şekilde farklı şehirlerde, sıçramalı olarak geriye dönüşler ve Joyce’un İstanbul yolculuğundaki duraklara göre oluşturulmuş. Bölüm başlarında kullanılmayan başlıklar metinlerin ortasında ara başlıklar olarak yerleştirilmiş. (Sevimay’ın Ara Nağme öykülerini anıştırıyor.) Hamama Giren Terler, Tebdili Zamanda Ferahlık Vardır, Çanlar Bizim İçin Çalıyor, İkimiz Bir Fidanın Diller Açan Dalıyız, Joyce’un Yüreği Kaba Romanı Taş, Önümüzdeki Maçlara Bakacağız, Giye Giye Eskitmişsin Alları, Yediğimiz Kutsal Herzeler gibi ara başlıklar var. Atasözleri, türküler ve kitap adlarının eğilip bükülmesiyle, esprili ve gündelik dille oluşturulmuş ara başlıklar okumaya devam yönünde teşvik edici nitelikte.
Hal’içten Gazeller: Eseri farklı kılan bir diğer özellik ise dipnotlar. Gerekli olmakla birlikte, zaman zaman okurla metin arasına mesafe koyan, kimi zaman sıkıcı, didaktik bilgiler içeren alışılagelmiş dipnotlar yerine, yazar Hal’içten Gazel adı altında yeni bir yöntem kullanmış. Joyce ve eserlerine vakıf akademisyen Çiçek (Ulysses’in Bloom’una atfen) aracılığıyla verilen dipnotlar kolay anlaşılır ve okuması oldukça zevkli, ironik bir üslupla yazılmış. (Eğlenerek öğrenmeye en güzel örnek.) Hal’içten Gazeller, Joyce konusunda çok fazla bilgisi olmayan editöre gönderilen iletiler şeklinde kurgulanmış.
Benden’iz James Joyce edebiyatın sınırları dâhilinde pek çok konuya değinen uzun soluklu ve çok katmanlı bir eser. Sanat akımları, yazım teknikleri, çeviri, yayıncılık, kitapevleri, eleştirmenlik gibi. Bunlar arasında çevirmenin genç Joyce ile öykü yazma teknikleri üzerine verdiği önerilere özellikle değinmek istiyorum. Ki bu öneriler Joyce’u ve belki kimi okurları kızdıracak olsa da şu ironik cümleler meseleyi aydınlatıyor. “Neymiş efendim, Dublinliler’de anlattığım öykülerle ilgili yüz küsur yıl önce bana esin kaynağı olmuş olabilirmiş. Yok deve. Şunun terbiyesizliğine bak. Ben nasıl ki onun zihninde tecelli etmişsem, belki o da benim ilk gençlik yaşıma dokunasıymış. … Kendini Joyce ile bir tutuyor pabucumun tercümanı.” (s.71) Ayrıca Hal’içten düşülen notla bu önerilerin farklı işlevine dikkat çekiliyor: “Gerçek hayatta tabii böyle bir olay yok ama ben Çevirmenin gidip Joyce’a fikir vermesi işini sevdim. Komik bir adam. Tavsiye diye yazdırdıkları da bayağı işe yarar. Öykücüler, yaratıcı yazarlık zımbırtılarına dünya para bayılacaklarına bu notlardan yararlansınlar bence.” (s.57)
Kurgu boyunca pek çok yazar/şair ismine, onların öykülerine, cümlelerine, dizelerine, kahramanlarına selam göndermeler sık sık karşımıza çıkıyor. “Bugün onu ilk kez güneşe çıkardılar”, “…Lokantanın kuruluş yılı Susuz Yaz’ın Altın Ayı aldığı yıl.” , “…Puslu Kıtalar Atlası’na bakmışlar”, “Ölü canlar sağolsun”, “Ne içindeyiz zamanın ne de büsbütün dışında” gibi kurguya ustalıkla dâhil edilmiş göndermeler bunlar. “Mal sahibi mülk sahibi hani bunun ilk sahibi” söylemiyle yazarken etkisinde kalma, esinlenme ya da “apartma” hallerine de değiniliyor.
“Ayağınızın türabı olayım diye çerçevesinden kalkıp gelen” Neşet Ertaş’ın türküleri, Odisseas Türküevi’nde Mançalı ve Panço’dan oluşan Grup Yeldeğirmeni’nin söylediği türküler eşliğinde, edebi muhabbetin tadına doyum olmuyor. Farklı mekânlarda, farklı mevzularda Sevimay’ın edebiyat çevresinden dostları, günümüz yazarlarından Mehmet Fırat Pürselim, kitabevi sahipleri, sahaflar, çevirmenler, edebiyat ajanı, kitap eleştirmenleri de kurguya dâhil ediliyor. Bu gerçek kişilerin yanı sıra yazarın romanlarından Kapalıçarşı’daki Baba İlyas, Anarşık’tan Selo ve Kürdan da sayfalar arasındaki tanıdık simalar. İstanbul’un kendisi, hamamdaki tellak, garson Olric, parktaki berduş, liseli gençler, kırmızı elbiseli gizemli kadın, polisler, imam, rahip, vatman ve dahi göbekli martı… velhasıl söyleyecek sözü olan sokaktaki insan bir şekilde romanda kendine yer buluyor. Ve Joyce’un İstanbul’daki aşkı Latife’yi de unutmamak gerek. Yaşama ve insana dair pek çok şeyi buluyoruz romanda. “Mücadeleye devam, sık bakalım, sık bakalım, biber gazı sık bakalım,” diye slogan atan Joyce; yazara “Vay çakal vay,” diye laf atan Çiçek, “Yalan yanlış sallamasıyla meşhur,” diye yazardan kuşkulanan editör ve sürekli “papuç dilli, sümsük” gibi sözlerle laf sokuşturulan çevirmen. Sloganlar, tezahüratlar, yerine göre argo kullanımıyla gerçek yaşamın canlı dili çok keyifli bir okuma sunuyor. Ayrıca, yazarın ve Joyce’un yaşam felsefesiyle harmanlanmış, altı çizilesi aforizma niteliğinde cümlelerle de sıkça karşılaşıyoruz. “Uğruna ölünecek memleketler, aşklar, olaylar yerine, yaşanan ve yaşanacak yalın anları yüceltmek.”(s. 35) “İnsanlık belleğinden süzülen gündelik hayatın bilgeliği. Birbirlerini beslemeyip birbirlerine dayanmadıkları sürece sanat da toplum da boşa kürek çekecek.” (s. 366)
Günümüz edebiyat dünyasında yüksek sesle ifade edilmeyen sorunlarda da zülfü yâre cesurca dokunuyor yazar. “…Edebiyat dergileri. Bazısı ne kadar iyi niyetli, amatör ruhla, binbir emekle çıkıyor. Helal olsun onlara. Kiminin niyetiyse borazan benim elimde olsun ki herkes beni dinlesin. Öyküyü, şiiri ben seçeyim, ödülü ben vereyim, jüri de ben olayım, atölye de yapayım, atölyeyi geleni basayım, reklamı da alayım, ödülü reklam verene verivereyim, sunucu olayım, eleştirmen de olayım, ama eleştirmeyeyim, ille de eleştireceksem ölmüşlerden birkaçına laf edeyim, makale de yazayım, keçinin olmadığı yerde Abdurrahman Çelebilik taslayayım.” (s. 392)
On sekizinci bölüm Ulysses’te olduğu gibi tamamen bilinç akışı tekniğiyle yazılmış. Soluksuz okunan on altı sayfalık bu bölümde, romanda yer yer karşımıza çıkan, sırrını çözemediğimiz kırmızı elbiseli kadının zihnine giriyoruz. Ulysses’teki Molly’nin son sözcükleriyle “…evet dediydim evet isterim Evet” diye bitiriliyor roman: “…benimle konuşsa içimden derdim ki bu işte bu ve sonra gözlerimle ondan tekrar sormasını isterdim beğendiniz mi yazdıklarımı evet sonra sorardı hepsini mi evet bazı yerleri belki sarkmış evet kimi yerde de fazla açıklama veya uydurma var ama yine de parmağımı dudağıma götürür derdim ki evet ve bir adım yaklaşırdım ki gözlerimdeki samimiyeti hissedebilsin evet kalbi küt küt atarken evet derdim evet beğendim Evet (s.501)” Okur olarak ben de evet diyorum evet beğendim Evet.
Tanrı yazar öldü yaşasın Tanrı okur
Romanın farklı biçimsel özelliklerinden biri de diğer eserlerde görmeye pek alışık olmadığımız Son Söz bölümü. “Edebiyatta son sözü okur yazmalı. Hep yazarlara mı mahkûmuz? Kendi aramızda, fırsat bulursak yazarla, olmadı kitabın kendisiyle konuşup tartışmayacaksak ne anladım ben o edebiyattan. Kitabı okudun bitti, kaldır rafa, yenisini al mı? O nedenle bundan böyle yaşasın Tanrı Okur.” (s.502) Roman boyunca Tanrısal bakış açısı, hâkim bakış, tanrı yazar kavramlarını reddeden yazar, edebiyatta tanrısallığı ve son sözü okura bırakıyor. Tanrı Okur Sema Gökçe tarafından yazılan Son Söz’de okurun romana ve yazara ilişkin, bir nevi karne niteliğindeki değerlendirmeleri yer alıyor. Bu yöntemi keşke her okur bitirdiği kitabı rafa kaldırmadan önce uygulayabilse ne güzel olur.
“Edebiyat hırkasını kendim giydim elimle. Roman benim, hayal benim, kime ne!” diyen yazarın, farklı anlatım tekniklerini bir arada kullanmak suretiyle, kurmacanın sınırlarını genişletip, zengin bir yazın şöleni sunmasındaki yetkinliğinin yanı sıra, Gezi direnişiyle başlattığı romanında toplumsal, siyasal ve edebiyat dünyasına ilişkin konularda da James Joyce’tan devraldığı kalemini özgürce ve cesurca kullanımından dolayı hakkını teslim etmek gerek. Fuat Sevimay’ın “Yürüdüğüm yol Ahmet Hamdi’nin, Oğuz Atay’ın, İhsan Oktay’ın yolu; Pirim Roza Hakmen. Ahmet Cemal’i, Tomris Uyar’ı ve Nevzat Ekmen’i de unutmadan,” şiarıyla adımladığı yolu açık, bilinciyle sivrilttiği kalemi var olsun.
Kaynak: Benden’iz James Joyce, İthaki Yayınları, Temmuz 2020
Hatice Günday Şahman – edebiyathaber.net (12 Mart 2021)