Geleceğin belirsizliğini sorgulayan roman: Hayatta Kalma Güncesi | Raşel Rakella Asal

Nisan 29, 2022

Geleceğin belirsizliğini sorgulayan roman: Hayatta Kalma Güncesi | Raşel Rakella Asal

İdeal bir toplum düzeni ve yönetim biçimi ortaya koyan eserler ütopik eserler olarak tanımlanır. Ütopya kelimesi eski Yunanca kökenlidir. Eu “mükemmel olan” topos da “yer, toprak, ülke” anlamına gelir. Bu eserlerin belirleyici özellikleri günün sorunlarına çözüm önerileri getirmeleri, geleceğin sorunlarını öngörebilmeleridir. Diyebiliriz ki, ütopik eserler yazıldıkları dönemin sorunlarını tespit ederek daha yaşanılır bir dünya kurgularlar. Örneğin Thomas More’un Ütopya eseri eşitlikçi fikirleri ile Sovyetler Birliği’nin kuruluşunda öyle etkili olmuştur ki, komünist yönetim Thomas More’u rejimin kurulmasında fikri olarak etkili olan on sekiz kişiden bir saymıştır. 

Ütopik esere diğer bir örnek de Platon’un Devlet’idir. Eseri değerli kılan, eğitimden sanata, askerlikten kentleşmeye pek çok alanda geçerli çözümler üretebilmesindedir. Eser ütopya yazarları ve araştırmacıları tarafından ilk ütopik eser olarak kabul edilir. Thomas More gibi pek çok yazara da Devlet referans kaynağı olmuştur. 

Devlet’ten Thomas More’un Ütopya’sına kadar geçen 1900 yıl boyunca bu türe ait bir esere rastlanmaz. Platon’dan sonra Hristiyanlığın etkisiyle edebî eserlerde ütopya düşüncesi yerini öteki dünyanın cennet tasvirlerine bırakır. Ütopya düşüncesinin yeniden hayat bulması, Yunan klasiklerine ilgi duyulması ile başlar. 

20. yüzyılın başı itibarıyla sanatın, bilimin, özgürlüğün dünyayı daha iyi bir yer yapacağına, güzel bir geleceğin insanları beklediğine dair umutlar I. Dünya Savaşı’yla hayal kırıklığına uğrar. İcat edilen silahların kitlesel ölümlere neden olması, Batı medeniyetinin hayal kırıklığı olur. Yazarlar hayal kırıklıklarını ütopik edebiyatı yaratarak yeryüzü cennetini değil, yeryüzü cehennemini anlatmaya başlarlar. Umutsuzluğu ve karanlık bir geleceği yansıtan bu eserlere artık ütopya denilemeyeceği için bu anti-ütopya eserlere eleştirmenler “distopia” adını uygun görürler. Genelde gelecek zamana dair olumsuz tahminler içeren distopyalarda karamsar, kötümser ve karanlık bir hava hâkimdir. George Orwell’in 1984’ü, George Orwell’in Hayvan Çiftliği, İvan Zamyatin’in Biz’i, Aldoux Huxley’nin Cesur Yeni Dünya’sı, Ray Bradbury’nin Fahrenheit 451’i bu türe dâhil olan eserlerdir.

Distopya ile ütopyayı ayrı bir tür olarak değerlendirilse de bu iki türün bağlarını tamamen koparmak mümkün değildir. Distopyalarda tasvir edilen mekân, bir yeryüzü cehennemidir. Aynı zamanda zengin küçük bir azınlığın sınırsız kaynakları tükettiği bolluk içinde iyi bir yaşam süren, iyi koşullarda yaşayan bir kent ütopyasıdır. Kısaca ütopya ve distopya aynı madalyonun iyi yüzüdür. 

George Orwell’ın 1984 romanında distopyanın nasıl bir dünya talep ettiğini, O’Brien karakteri şöyle anlatır: “Nasıl bir dünya yaratmakta olduğumuzu anladın mı şimdi? Eski reformcuların hayalini kurduğu o enayi, zevk düşkünü ütopyaların tam tersi bir dünya. Korku, ihanet ve azap dolu bir dünya, ezmenin ve ezilmenin dünyası, kendini yetkinleştirdikçe daha az acımasız olacak yerde daha da acımasız olacak bir dünya (…) Eski uygarlıklar ya sevgi ya da adalet üstüne kurulduklarını öne sürüyorlardı. Bizim uygarlığımız ise nefret üstüne kurulu.” (Orwell, 2018, s. 288) 

Ütopya ve distopyanın ayrıştığı noktalar birbirine zıt siyasi ve sosyolojik yapıları ön plana çıkarmasındandır. Ütopyalar eşitlikçi, demokratik, iyimser, ortak mülkiyeti esas alan, dini ön plana alan, cemaatçi bir toplum kurgularlar. Distopyalar ise eşitlikçi olmayan, totaliter, kötümser, özel mülkiyet esaslı, dünyevi, devletçi yapıları ön plana çıkarırlar. George Orwell’ın 1984 romanında sürekli  “savaş barıştır, özgürlük köleliktir, cahillik güçtür” cümleleri tekrarlanır. Romanda “Barış Bakanlığı savaşın, Sevgi Bakanlığı işkencenin, Varlık Bakanlığı yoksulluğun bakanlığıdır” (Orwell, 2018, s. 234).   

Doris Lessing’in Hayatta Kalma Güncesi distopik bir romandır ve bu özelliği ile distopyalarda sık karşılaştığımız kaos ortamını içinde barındırır. Şehir, sokaklar, anlatıcının yaşadığı bina, bu binayı oluşturan apartman daireleri ve odalar bir çarpıtmanın izlerini taşır. Lessing bu kaotik ortamı daha da belirginleştirmek için anlatıcısının belleğini temsil eden odalar ile yaşadığı evin odalarını iç içe geçirerek iki katlı bir anamorfi yaratır. Roman boyunca anlatıcı bir odadan diğerine geçer. Bu geçişler anlatıcının belleğinin ve çocukluğunun odalarını oluşturur. Anlatıcı o güne kadar kendi belleğinde oluşturmuş olduğu kent imgesi ile yüzleşirken bir yandan o güne kadar alışılagelen dünyanın hızlı değişimine tanıklık etmek zorunda kalır. Bu yeni kaotik dünyaya uyum sağlamak için çaba harcamak zorundadır. 

Lessing’in bize tarif ettiği dünya kaotik bir evrendir ve bu ortama bir anlam yüklemez. Medeniyet ve kaos arasında bir tercih yapmak söz konusu değildir burada. Yazar hiyerarşik toplum düzeninin tüm çıkmazlarının farkındadır. Okura yarattığı bu anamorfik evrenin ucunu açık bırakır, bir çözüm ileri sürmez. Yazarın amacı yarattığı bu anamorfik evrenin okura huzursuzluk vermesidir. 

Şehirde manzara şu şekildedir: Apartman dairelerinden oluşan büyük binaların üst katları birer depoya dönüşmüştür. Buralarda birikmiş yığınla eşya yeni amaçları doğrultusunda dönüştürülmek üzere yeni sahiplerini beklemektedir. Camdan kartona, kartondan tenekeye her türlü malzeme bir odadan diğerine, bir binadan başka bir binaya taşınır durur. Bu nesnelerin hiç birinin kullanım amacının bir önemi kalmamıştır artık. Nesne de yeni toplum düzeni/düzensizliği içinde yeniden tanımlanacak, gündelik hayatın nesneleri giderek anlamlarını yitireceklerdir. 

Çizer: Alp İz

Lessing diğer romanlarında olduğu gibi birey ile toplum arasındaki ilişkiye ve yüklendikleri mesuliyete odaklanır. Bu distopik romanda isimsiz anlatıcının bakışı yakın geçmişe çevrilmiştir, gözlemlerinde toplum ve bireydeki kültürel ve sosyal çöküşün izlerini yakalar. Tarif edilemez ve açıklanamaz bir felaketin habercisidir bu görüntüler. Hiç tanımadığı bir yabancı isimsiz anlatıcıya on iki yaşında ergen bir genç kızı, Emily’yi emanet eder. Emily yalnız değildir, kedi köpek karışımı acayip bir hayvan olan Hugo’yu da beraberinde getirir. Roman Emily’nin ergenlikten genç kadınlığa geçişinde tanıştığı sokak çetesinin lideri Gerald ile ilişkisini de değinir. Gerald, sokak çocuklarından oluşan bir çete kurmuştur, amacı çökmüş ve değerlerini yitirmiş bu gençlere çekidüzen vermektir.

İsimsiz anlatıcı evinin penceresinden kenti terk eden grupların geçişini görür. Artık bu insanlar çökmüş olan bir şehri geri dönmemek üzere terk etmektedirler. Bu şehrin onlara vereceği bir şeyi kalmamıştır. Çöküş yalnız şehirde değil, bu çocukların birbirlerine olan saygısızca ve barbarca davranışlarında, birbirlerinde hitap etme tarzlarında da görülür. Görüntüler ve yaşananlar toplumsal bir endişeye işaret eder. Saygınlık, sevgiden eser yoktur. Haberler, gazeteler ve demeçler de küçümseyici bir tavır içindedir. Halkta genel bir huzursuzluk hâkimdir. 

Kısaca yolunda gitmeyen, hatta bayağı kötü olan, alarm veren çok şey göz önündedir. Havada uçuşan haberler, herkesi harekete geçirmeye yetmiştir; insanlar şehri terk ediyorlardır. İnsanların kentten uzaklaşmak için, birden çok nedeni vardır. Ülkenin güneyinde ve doğusunda kamu hizmetleri durmuştur, aynı durum diğer bölgelere de yayılmaktadır. Ülkenin o yöresinde hiç kimse kalmamıştır, tarlalarda toplanmadan bırakılan ürünlerden, katledilmekten kurtulabilen birkaç hayvandan, ayrılmamakta direnen bir avuç insandan başka hiç kimse kalmamıştır. 

Sonraki dönemde gıda maddeleri iyice kıtlaşınca, halk yığınlarının kaçmasına neden olan tehlike, biraz daha yaklaşınca, çeteler tehlikeli bir hal almıştır. Öyle ki, çetelerin yaklaştığını duyan herkes içeriye kaçar, önlerine çıkmamaya çalışır. Okulların çoğu eğitim verme çabasından vazgeçmiştir; okullar, ordunun bir uzantısına, toplumu denetim altında tutma aracına dönüşmüştür. Bu durum aylarca sürer, öyle ki hayatlarının bir parçası olup çıkmıştır. Ayrıcalıklı sınıfların, yönetici ve nezaretçilerin çocuklarının gidebildiği okullar hala mevcuttur. 

İsimsiz anlatıcının evi mide bulandırıcı bir karmaşadadır. Ev barbarlar tarafından istila edilmiştir sanki. Koltuklar, kanepeler kasten, gelişigüzel kesilmiş, bıçaklarla delik deşik edilmiş, içlerindeki dolgular her yandan fışkırmıştır. Pirinç raylardan çekilip çıkarılan brokar perdeler öbekler halinde yere bırakılmıştır. Bu durumda anlatıcı odayı temizlemeye koyulur. Çanla başla çalışır, kovalarca sıcak su harcar, ovar, kazır; evi düzene koymaya çalışır. Sonra odada uzun uzun gezinir, gezindikçe onu taciz eden, üstünde hak iddia eden, suçlayan anıların saldırısı altında olduğunu fark eder. 

Girdiği bir sonraki odada, bambaşka bir ortamla karşılaşır. Bu çok özel bir deneyimdir. Kişisel olanı anında, görür görmez tanır. Kişisel olan odaya girmek “hapishaneye” girmek gibidir. Havası kıt ve sınırlıdır, zaman katı ve değiştirilemezdir. Uzun, upuzun, sürdükçe süren bu dakikaların birbirine eklemlendiği bir hapishanedir. 

Bir gün anlatıcı dairesinde eksik eşyalar olduğunu fark eder. Emily bu hırsızlığı duyunca sokak çocuklarından çaldıkları eşyaları geri getirmelerini ister. Anlatıcının oturduğu apartmanın çatı katında çalıntı eşyalardan bir pazar yerinin oluştuğu anlaşılır. 

Sokak çocukları kanalizasyonlarda yaşayan sahipsiz pis çocuklardır.  Ana babası olmayan çok sayıda çocuk, gönül rızasıyla bu gruba yamanır. Yabani, idaresi güç, şiddet yanlısı, ahlaksız ve sorunlu çocuklardır. Hiç ana babaları olmamış, bir ailenin yumuşaklığını tatmamışlardır. Nasıl sağ kalabildikleri bir muammadır. Bu çocukların yapabildikleri en iyi şey çalmaktır. Yaşamak için gereksindikleri şeyleri çalarlar. Aralarında dostluk diye bir şey yoktur, yalnızca anlık ittifaklar. Bunlar otuz-kırk çocuk kadardır.

Anlatıcı bu çocuklardan biriyle sokakta karşılaşmasını şöyle anlatır:  “…sadece birer çocuktular; işte, kalın kafama bir türlü sokamadığım şey de buydu; ufacık çocuktular… Ama haindiler.(…)İçlerinden biri peşimden geldi, eteğime yapıştı; işte en kötüsü de buydu. İnanamıyordum. Oğlanın beni gözünü kırpmadan bıçaklayabileceğini biliyordum.” 

Toplumun çürümüşlüğü devam eder. Öyle çok suç işlenir ki, hapishaneler tıka basa doludur. Her gün ortaya yeni ve beklenmedik suç kategorileri çıkar. Reform okulları, ıslahhaneler, yoksullara yardım yurtları, yaşlılar için huzurevleri – bunlar da çoğalmaktadır. Hepsi de rezil, korkunç yerlerdir. 

İlginç olan bir durum varsa o da her şeyin yürümekte olduğudur. İşler her nasılsa, bir şekilde yürür. Bıçak sırtında yürür; bıçağın bir yüzünde otoritenin hoşgördüğü şey vardı, öteki yüzünde hoşgörmediği şey. Zaman zaman polis bir araç konvoyuyla gelir, çocukları yaka paça toplayıp hapishaneye atar. 

Mahalleleri, kendilerine ait olmayan evlerde oturan, bahçelerde yeme haklarının olmadığı sebzeler ve meyveler yetiştiren insanlar istila etmiştir. Terk edilmiş evlerin bodurum katlarında atlar, eşekler beslenmektedir. Minicik hindi çiftlikleri, tavuk kümesleri, tavşan barakaları tamamen yasadışıdır.  Mahalleye ortalığı silip süpürmesi için askeri birlikler ya da polis yollanır. Kocaman arabaların yanıp sönen ışığıyla, kükreyerek, sirenlerini öttürerek sokağa dalan polisler konvoy halinde, peş peşe, mahallenin çevresinde bir tur atarlar, dişlerini gösterirler, bir tur daha atarlar, sonra da çekip giderler. Ve bu ziyaretler gazete başlıklarında “Şu şu sokak bugün temizlendi” diye halka duyurulur. 

Tüm bu çöküş ortamının ortasında isimsiz anlatıcı evinin duvarları arasından bir çeşit gerçekliğe ulaşır. Bu mekâna geçtiğinde geçmişten türlü görüntüler belirir. Bu geçişlerinden birinde bir kadına rastlar. Bu kadın belki de isimsiz bir tanrıçadır, belki de kendi benliğinin bir izdüşümüdür. Bu görüntü ona umudu aşılamaktadır. Yaşadığı şimdiki dünyanın kaotik ortamının yarattığı umutsuzluk romanın sonunda bir çeşit umuda dönüşür. Kaotik dünyanın çöküşüdür bu. Anlatıcı duvarı aşarak büyülü bir mekâna adım atmış olur. Geçmiş geride kalmıştır, anlatıcının uzam ve zamandaki bu yolculuğu ona daha iyi bir dünya getirecek midir?  

Bu noktada Doris Lessing’in romanının çıkış noktası, totaliter sistemlere bir eleştiriye dönüşür. Bu yüzden, metin baskı rejimlerinin eleştirisi üzerinden şekillenir. Romanda öne çıkan unsurlar bürokrasi ve teknolojik gelişmelerdir. Bürokrasi, insanları denetim ve baskı altına almak için gerekli yöntem ve aygıtları sağlamaktadır. Bu durum, bürokrasinin insanların boş zamanlarını nasıl geçireceklerine, kimlerle ilişki kuracağına, nasıl yaşayacağına karar vermesi şeklinde kurgulanmıştır. 

Roman distopya kavramı üzerinden şimdiki zamanın koşullarını gelecek için yorumlamaya, bugünün ve yarının ilişkileri üzerine eleştirel bir bakış açısı vermeye çalışır.  Bu açıdan Hayatta Kalma Güncesi, Doris Lessing’in insan ve teknoloji birlikteliğinin, yaşamdaki yerini, geleceğin belirsizliği içinde sorgulamasıdır.  

Kaynakça

Ayşe Bihter Çelik,  Distopyalarda İletişim Araçlarının Kullanımı, Yüksek Lisan Tezi, İstanbul 2010

George Orwell, l984, Can Yayınları, 2018

Recai Demir,  Bir Kent Distopyası Olarak Tahsin Yücel’in Gökdelen’i ve Romanın Distopya Edebiyatı İçindeki Yeri, Çukurova Üniversitesi Türkoloji Araştırmaları Dergisi Cilt 4, Sayı 2 Aralık 2019    

Sabahattin Suphi Uzden, Sibernetik Toplum ve Sinemanın Gerçeklik İddiası, Türkiye Yazarlar Birliği Türkiye Kültür ve Sanat Yıllığı 2013

edebiyathaber.net (29 Nisan 2022)

Yorum yapın