Yirminci yüzyılın ikinci yarısına gelindiğinde roman ve yazar kadar okurun da değiştiği görülür. Çünkü ortaya çıkan yeni edebiyat anlayışı yeni bir okur kitlesini talep etmektedir. Yeni okur, eski okura oranla hem daha donanımlı hem de daha fazla sorumluluk sahibi olmalıdır. Artık okurun metni yorumlayıcı olarak görevleri artmıştır. Yazar eskiden olduğu gibi metni bir bütünlük içinde okura sunmamış, okuru yoracak, bir maceraya sürükleyecek anlam boşlukları üretmeye, açık uçlu metinler yazmaya başlamıştır.
Bilhassa, üstkurmaca, geri dönüşler, bölümlere ayırma, değişik parçaları bir araya getirme, metinlerarasılık, aynı şeyi yeniden yazma, metnin içine eleştirel, politik, sosyal yorumlar yerleştirme, (üst-kurmaca) yazarı kendi yazma sürecini metnin asıl teması olarak gösterme, metin kahramanlarının birer hayâl ürünü ve dilin bir parçası olduğunu açıklama, ironi ve parodi kullanma, yazarın ortadan kaybolması ya da tersine yazarın ısrarla metnin gidişatına müdahale etmesi gibi teknikler öyküyü karmaşık bir anlatı türüne doğru sevk eder. Gerçeğin değişmesi anlatı türlerine yansıyarak klasik anlatım metotlarını bir kenara iter ve okuyucunun alışık olmadığı bir kurguyu gözler önüne getirir. Metin; yazar, eser ve okuyucu gibi üç sacayağından teşekkül ederek çok katmanlı bir yapıya sahip olur.
Sözünü ettiğim bu teknikler, geleneksel edebiyatla bağlarını koparmış metinlerdir. Bu gibi çalışmalar, edebiyat yapıtında biçim dil, yapı ve diğer birçok öğe ile oynamış, yenilikler ve değişiklikler gerçekleştirmiştir. Oğuz Atay, Yusuf Atılgan ve Sevim Burak’ın yapıtlarındaki biçimsel arayışlar Türk edebiyatındaki ilk denemeler olarak kabul edilir. Ancak bunlardan daha önceye gidildiğinde Haldun Taner’in “Ayışığında Çalışkur” Türk edebiyatında ilk örnektir. Haldun Taner, edebiyat dünyasında, geniş okur kitlelerine ulaşmayı başarmış, mizah öyküleri yazarı olmanın ötesinde, Türk edebiyatının yenilikçi kalemlerinden biridir. Ayışığında “Çalışkur” hem edebî oyunların, dilbazlıkların, kurgu numaralarının çeşitlemelerini sunar hem de okuru ahlaki tutumunu sorgulamaya zorlar.
Haldun Taner, bu öyküsünde mizahı önceleyen bir anlayışla gerçeklik ve onun algılanışı konusunda farklı bir bakış açısı ortaya koyarken öykünün biçiminde de bir “değişiklik” gerçekleştirir. Önce öyküyü anlatır, sonra hayalî okuyucuların bu öyküye gösterdikleri tepkiler üzerine öyküyü alışılagelen biçiminden çıkararak yeniden kurar. Kitabın sol tarafında öykünün ilk metnini, sağ tarafında kurguladığı yeni metni verir. Böylece görsel olarak iki yazılış arasındaki farkları göstererek biçimsel bir yenilik yapar.
Öykünün içeriğine ve biçimine baktığımızda, ilk bölümün diğer öykülerden farklı bir yanının olmadığını görürüz. Ancak yazar bu metinden sonra yeni bir adım atar. “Hikâyenin Tepkileri” başlığını taşıyan ikinci bölümde, öykünün içeriğini aydınlatmaya çalışırken hem yaşanan olayları ve apartmanda yaşayanları eleştirir. Böylece okuyucuyu pasif durumdan aktif duruma getirir. Bu amaçla ikinci bölümde pek çok küçük mektup metni ve rapor öykünün içine yerleştirilmiş olur. Farklı kişiler tarafından yazılmış bu mektuplar öykü içinde ayrı bir gerçeklik katmanı oluşturur. Mektupların birçoğunda yazarın tavrına tepki yer alır.
Görüldüğü gibi, “Ayışığında Çalışkur” öyküsü geleneksel yapının dışında bir kurguya sahiptir. İlk öykü metni bittiğinde kurmaca tamamlanmış olmaz; biçim değiştirerek devam eder. Yazar ayrıca kurmacanın olanaklarından faydalanarak öyküye yazar-anlatıcının yanında farklı anlatıcıları da dâhil etmiş olur. “Sonuç” bölümü ise, aslında öykünün en sarsıcı yeridir. Çünkü Taner burada hem kendi gerçeğini hem de okurun gerçeğini bir arada verir.
Öyküleriyle Türk öykücülüğüne yeni bir soluk getiren Bilge Karasu, bireyin iç dünyasını, korku, tutku, ölüm, baskı, inanç çatışması gibi konuları kendine özgü simgesel bir dille yansıttı. Bilge Karasu edebiyatın olanaklarını geliştirmeye çalışan bir yazar oldu hep. Eserlerini İngilizceye çeviren Aron Aji onu şöyle yorumluyor: “Bilge Karasu çok sesli… Hatta onun aşırı deneysel eserlerinde sanki dilin ses düzeyindeki işlevini ve işlemini arıyor. Yani, anlam sese indirgenebilir mi ve indirgenebilirse salt sesle nasıl iletilebilir? Yani çok daha felsefi yaklaşıyor...”
Ayrıca müzik anlayışının da onun eserlerini okumada çok önemli olduğunu vurguluyor. Sözlerini şöyle sürdürüyor: “Göçmüş Kediler Bahçesi” polifonik bir eser; yani bir korodur. “Uzun Sürmüş Bir Günün Akşamı” bir sonattır. “Troya’da Ölüm Vardı” nerdeyse bir senfonidir. Hatta temaların işlenişi, “Troya’da Ölüm Vardı”nın son bölümüne girdiğinizde sanki Beethoven’ın senfonilerinin son bölümünü dinler gibi bir dağ üstünüze çöker. Çok karmaşık, çok içerikli, çok hırslı bir bölümdür. O yüzden Karasu’da müziksellik dilin içinde olan, dile has bir şey. Dilin üstüne konmuş bir şey değil; yani yapma formül değil dilin içinde bulduğu bir şey.”
Cem İleri’ye göre Bilge Karasu daha önce yapılmış olandan farklı bir şey yapmak isteği ile değil, yapıtını oluştururken kendilerini tek tek ortaya seren, birbirleriyle ilişkiye girdikçe açılan, çoğalan bir diziye, dizi düşüncesine, içinde anlamları, biçimleri, anlam biçimlerini, biçimlerin anlamlarını barındıran bir bütüne vurgu yapar. Bilge Karasu’nun bu tutumu yapıtı, tekillik, biriciklik, özgünlük, yenilik, öncelik, sonralık sorunlarını hemen her bağlamda sorgulamasından kaynaklanır. Öyle ki, her bir parça zihinsel işleyişin karmaşıklığını gösterecek şekilde, her biri ayrı bir kalıp olarak kendi başlarına var olurlar.
Aron Aji de onun eserlerindeki parçalanmışlığı şöyle yorumluyor:“Karasu’nun eserlerinde yaratım süreci eserin bir parçası, bir boyutu. Benim kanaatimce anlam ve anlatı arasında bir mesafe var. Anlam ya anlatının ertesinde ya da anlatıdan öncedir. Bilge Karasu’nun uğraşı bu mesafeyi kapatabilmek, anlamla anlatının bağdaşabilmesini mümkün kılabilmek içindir. Yalnız o değil anlam, anlatıcı, dil, okur hepsinin birleşebilmesi. Bu imkânsızlığın farkında olduğu esnalarda eseri çok bölünüyor. “Fragmentation” var, “Ne oldu?” diye bakıyorsunuz. Bu biraz lego oyununa benzer, elimizde birçok parçadan oluşan legolar vardır ya. Bu legolardan bir şey yapmaya çalışıyoruz ve bir noktaya geliyoruz ki artık çözülemez bir sorun çıkıyor; tekrar dağıtıp tekrar başlamamız gerek(…)Bir soru var, o soruyu nereye kadar götürebilirse götürüyor; fakat bu soru karşınızda parçalanıyor tekrar, tekrar başlıyor. O yüzden sabit bir dil yok.”
Türk edebiyatının kendine özgü üslubu ile dikkat çeken yazarlarından Sevim Burak’tır. Birçok öykülerinin ve tiyatro eserlerinin yanında Türk edebiyatında örneği az bulunan eserler vermiştir.
Sevim Burak’ın öyküleri okunan bir metin olarak kurgulanmamıştır, onun için yazı metni aynı zamanda seyredilen bir sahne olarak çıkar okur önüne. Murthan Mungan onun metinlerinde günümüzdeki yerleştirme sanatının, enstalasyon, video-art ve benzeri çalışmaların bir tür çekirdeğini gördüğünü vurgular. Kitaplarda görsel kullanımların yanında, dağılmış söz dizimlerini, cümle kırılmalarına dikkatimizi çekerken metinde kurguladığı düşlerin, anıların, sanrıların, imgelerin, alegorilerin iç içe geçerek çok katmanlı bir anlatım dili oluşturduğunu söyler. Murathan Mungan zaman zaman yazar aklına geleni yazmış, hoşuna giden herhangi bir şeye düşünmeksizin yer vermiş izlenimini metne soktuğu hissini okura hissettirdiğini söylüyor ve şöyle bir yorumda bulunuyor: “Oysa Sevim Burak’ın işinin güçlüğü de önemi de burada ortaya çıkıyor: Bu denli birbiriyle ilgisiz, hatta kopukmuş gibi görünen onca ayrıntıdan, onca dağınık malzemeden organik bir bütünlük, sağlam bir mimari yapı kurmayı başarıyor.”
Burak’ın sanatı ve yaşamı iç içedir. Onun bu özelliği öykülerine de yansır. “Afrika Dansı” adlı öykü kitabındaki “Ayakkabıcı Bürjeni” adlı kısa öyküsünde ayakkabı ile hayatı sembolize eder. Ayakkabıcı ile insanın yaratıcılık gücüne göndermede bulunur. Hayatın sınırlandırılması ve bireyin sınırlandırılan bu hayat içerisinde kıstırılmışlığının aktarıldığı bu öyküde, özgürlüğün ve varoluşun tam olarak gerçekleştirilemediği de anlatılır. Hayat, bireyi kısıtlar ama birey sınırlı olan bu hayatı yaşamak zorundadır, bu zorunluluk, “…djizme ilk defa giyildiği zaman herhalde biraz sıkar fakat ayağınızı vurmaz” (Afrika Dansı „Ayakkabıcı Bürjeni‟, s.71) ifadesinde simgeleşir. “Sıkar” fakat “vurmaz” kelimeleri ile hayata alışılması ve hayatın zorlukları ile birlikte yaşanması gerektiğine vurgu yapılır. Yine “Terzi Kalivrusi” adlı öykü de aynı izlek üzerine kurulur. “Bana bir kat elbise ölçüsü alınız” (Afrika Dansı, Terzi Kalivrusi, s.72) ve “Ölçümü alınız” (Afrika Dansı “Ayakkabıcı Bürjeni”, s.71) ifadeleri ile bireyin sınırlı bir varlık olduğuna gönderme yapılır. Birey, sadece belirli kalıplar içinde ve başkaları tarafından sınırları çizilen hayatı yaşamaya mahkûm edilir:
İşte terzi kalfa geliyor. Bana bir kat elbise lazım Yanınızda örnekler var mı? Her türlüsü var efendim Hangisi daha ziyade hoşunuza giderze onu seçiniz. Siyahı daha ziyade severim Bana bir kat elbise ölçüsü alınız Ne biçimde olsun? Şimdiki modaya göre nasıl giyiyorlar ise öyle yapınız Elbisem hazır mıdır? Hayır efendim Yalnız setrenizi getirdim Bakayım prova edeyim iyi geliyor mu? Vücudumu çok sıkıyor Boyu çok uzun Tamam, boyunuza göredir Kollarım kaçıyor Efendim Şimdiki moda böyledir Ben isterim ki vücudum rahat etsin. (Afrika Dansı, “Terzi Kalivrusi”)
Elbise ile hayatı sembolize eden yazar, “bana bir kat elbise ölçüsü alınız” diyerek sınırlarını kendisinin belirlediği bir hayat kurma arzusundadır. Bireyin bu isteği onun içinde bulunduğu var olma çabasını gösterir. İnsan, zamana ve mekâna sıkıştırılmış bir varlıktır. Bu sıkışmışlık bireyin varoluş problemine yol açar. Varoluşunu hissettiği zamanda ve mekânda yaşayamayan bireyin en büyük trajedisi çevresine ve dünyaya yabancılaşmasıdır.
Her iki öykü birbirine benzer özellikler gösterir. Basit ve gündelik olaylardan oluşan bu öyküler, Burak’ın aktarımıyla artık basit olmaktan çıkar, felsefi ve psikolojik bir özellik kazanır. Ayakkabıcılık ve terzilik meslekleri arasında bir benzerlik vardır. Çünkü her iki meslek ile uğraşanlar varlığı bir nesneye dönüştürerek varlığa şekil verme uğraşı ile bir yaratıcıya benzetilir. Başkalarına göre yaşamak ve seçimlerini özgürce gerçekleştirememek bireyi ötekileşmeye götürür. Bireye kendisi olma ve özgürce yaşama şansı vermeyen toplum, onu herkes gibi olmaya iter. Öykü kişisinin, “Şimdiki modaya göre olsun” isteğine karşılık ”vücudumu çok sıkıyor” tepkisi, yaşanan trajediyi açığa çıkarır. Bu durumda “birey, yığın adına özgünlüklerinden vazgeçmek zorunda kalmış olur.”
Öyküde “moda”, özgür olamamayı, herkes gibi olmayı sembolize eder. Böylece bireyin özgürlüğüne “moda” engeli koyularak onun bir yığına dönüşmesine yol açılır. Burak, bu öykülerinde bireyin zamana ve mekâna karşı uyumsuzluk problemini açığa çıkarır.
Sevim Burak “Afrika Dansı’nda rüyalarını metinleştirir. Öykünün başlangıcı hastalık ve ölümle burun buruna gelmiş birinin yaşama tutunma çabasıdır. Bu “kâbusu gören kişi gidip gidip, hastalık ve ölümün tekinsizliğinin bulaşmış olduğu makineye toslar. Bundan kurtuluş yok gbidir. Merhametsiz makine sorar da sorar… Yetmez hesap sorar. Böylece rüya metin sahnesine korku ve ardından pişmanlık ve suçluluk duygusu hâkim olur. Kendi bedenine zarar vermiş olmanın pişmanlığı ve suçluluğu. Af edilme, kurtarılma, yani olmuş olanı onarma arzusu dile gelir. Kâbusun bir yerinde kadınlığını yitirme ve yaşlanma endişesi yer alır. Bu endişe metnin içine serpiştirilmiştir. “Rebecca” filminden sahneler aktarılır. ADAM (LAURENCE OLİVİER yukarıda zincirdeki kudurmuş karısını düşünüyor fakat genç karısı JOAN FONTAİN’e gülümsüyordu.” Metne yazarın yazmakta olduğu metinler sahneye dâhil olur. Perdelere tırmanan kâğıtlar, yatağın üstünü kaplayan kâğıtlar arasından yazar, James Joyce’un karısıyla yan yana bir fotoğrafını, sonra Beckett’e benzeyen bir yüzü ve nihayet Beckett’ın kendisini metnin içine alır. Yazar bu kurtarıcı meslektaşlarına sımsıkı sarılır. Hatta Beckett’i koluna takıp başkalarına nispet yapmayı hayal eder. Bu canlandırmayla hastane odasına Afrika kabileleri, kuşları, meyveleri, tamtamlar ve şarkılar dolar. Ceset torbalarının hüküm sürdüğü, hastanın hademelerin ellerinde hırpalandığı, makinenin ve doktorun hastayı hırpaladığı bu mekânda en coşkulu renkleri ve gürültüleriyle hayat yerini alır. Tatlı düşler görülen kâbusun yerine geçer. Aşağılanmaya ve korkuya eşlik eden duygu, şakacı bir Afrika şarkısıyla değişir: BO PEPE/IT MOR NO PEPE/ İF YOU NO PEPE/ YOU MO MO YELLOW ya da Beyaz adam/ Daha fazla biber yeme/ Çok biber yersen/Sen de kara olursun… Yazar bu Afrika şarkısı eşliğinde, yaşamaya değer ne varsa hepsini toplayıp ceset torbasına doldurur. Ceset torbası, dehşet verici kimliğinden çıkıp bir yaşam torbasına dönüşür.
Sevim Burak metinlerini akışkan, hareketli hale getiren bir diğer mesele ise Türkçe içine sızan diğer dillerdir. Burak metinlerinin dili Türkçe iken, Türkçe’nin içine yerleştirilen Fransızca, İngilizce, İbranice, Osmanlıca dilinde bir metin araya girer. Yazı olan ile görsel olan arasındaki sınır ihlalleri ise özellikle “Afrika Dansı” ve “Everest My Lord”da karşımıza çıkar. Bu metinler görsel özellikleri gösterir ve metinlerde fotoğraflar, çizimler, şema ve tablolara rastlanır.
Ayfer Tunç öykülerinin temel problematiği “sevgisizlik”tir. Öykülerde hangi konu işleniyor olursa olsun, öykünün derin yapısı incelendiğinde, kişilerin sevgiden uzakta kalma, sevgiden mahrum olma sorunuyla karşı karşıya kaldıkları görülür.
“Taş-Kâğıt-Makas”ta yer alan öykülerinde biçimsel denemelere yoğunlaşır. “Ev”e güçlü bir vurgu vardır. Yazarla yapılan bir söyleşide eve neden bu kadar önem verdiği sorulduğunda şöyle yanıtlar: “Bazı izlekler, temalar, oluş’lar yazan insanları bir süre veya sürekli meşgul eder. “Taş-Kâğıt-Makas”ta yer alan hikâyeleri yazma sürecim içinde ev-rahim ilişkisi beni hep meşgul etti. Biz ilk ‘bir evde’ varoluruz, annemizin rahminde, orası ömrümüz boyunca en korunaklı olduğumuz tek yerdir, annemizin rahmi kadar bizi güvenle koruyacak bir mekâna bir daha sahip olamayız, bence insan hayatının bilinçdışı amacı da bu güvenli ilk yuvayı arayıştır. Hikâye diliyle söylersek: İnsan hayatı bir rahim arayışından ibarettir. Bu da bizi evlerimizi önemsemeye götürür. Evlerimizi nasıl aydınlatırız, ruhumuzu evde nasıl yansıtırız, kapımız kimlere ve ne kadar açıktır? Evler ruh halimize, ilişkilerimize derinden etki eder.”
Öykü iki ayrı kişinin günlüğü biçiminde kurgulanır. İlk ayrıksılık sayfaların diziliminde gerçekleşir. Önce şaşırırsınız; hatalı ciltlenmiş olduğunu, o hatalı cildi sizin satın aldığınızı düşünürsünüz. Sonra biraz daha kendinizi okumaya verince durumu çözmeye çalışırsınız. Ciltte hata yoktur, yazar sizi şaşırtıcı bir oyuna, adeta bir bilmece çözmeye davet ediyordur. Yazar olmak ne kadar zorsa okur olmanın da ne kadar yaratıcılık, gayret ve dikkat gerektiren bir uğraş olduğunu bir kez daha anlarsınız. Oyunu anlayınca bu kez “haydi bakalım oynayalım bu oyunu” diyerek yazarın yanı başında okumaya başlarsınız.
Edebiyatta arayış hiç bitmez. Çağdaş edebiyatta türler arası sınırlar giderek siliniyor. Şiirin dili öykünün ve romanın içine sızıyor, onu bir anlamda estetize ediyor, öyküsel anlatımı içinde taşıyan şiirler seviliyor. Örneğin “ben anlatıcı” öyküye dâhil oldu artık. Türler o kadar şekil değiştirdi ki, kısa öykü, kısa kısa öykü, seri roman, kısa roman, novella vurgusuna gereksinim duyuluyor. Sanat var oldukça, sanatçı tüm olanaklarını kendi öz üslubunu yaratmak için kullanmaktan çekinmeyecektir. Andre Gide’in dediği gibi, “Sanatçının bir tek şeye ihtiyacı vardır: anahtarı yalnızca kendisinde olan özel bir dünyaya.”
Kaynakça
Aktulum Kubilây, Metinlerarası İlişkiler. 2.bs, Ankara: Öteki Yayınevi, 2000
Ecevit Yıldız, Türk Romanında Postmodernist Açılımlar. 6.bs., İstanbul: İletişim Yayınları. 2009
Yalçın Çelik, Sıddıka Dilek, Haldun Taner’in Hikâyeleri ve Hikâyeciliği. 1.bs., Ankara: Bilgi Yayınevi,1995
Yalçın Çelik, Sıddıka Dilek, Yeni Tarihselcilik Kuramı ve Türk Edebiyatında Postmodern Tarihi Romanlar. 1.bs., Ankara: Akçağ Yayınları, 2005
İlhan Nilüfer, Hikâyenin Hikâyesi ya da bir üst kurmaca düzleminde “Ayışğında Çalışkur”
Mengi Nesrin, Deneysel Biçimciliğin İlk Örneklerinden Biri, Ayışığında Çalışkur, (21. Yüzyılda Eğitim ve Toplum Dergisi) Cilt 1, Sayı 3, Kış 2012
Bilge Karasu çevirmeni Aron Aji ile söyleşi, Ebru Onay, Kanat Dergisi, Güz 2011, www.metisbooks.com
İleri Cem, Yazının da Yırtıldığı Yer, Bir Bilge Karasu Okuması, Metis Yayınları, 2007
Kılınç Ahmet Terzi Sevim Burak’ın Küçürek Öykücülüğü Turkish Studies – International Periodical For The Languages, Literature and History of Turkish or Turkic Volume 6/3 Summer 2011, p.1983-1994 TURKEY
Korkmaz Ramazan,”Küçürek Öykü (Short Short Story) Türü ya da Bir Çığlığın Metinleşesi”, 38. Icanas, Bildiriler, Ankara Atatürk Kültür Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Yay., Ankara 2008.
edebiyathaber.net (8 Kasım 2024)