Goethe, Genç Werther’in Acıları’nı yirmi beş yaşında yazmış.
Ayrıca iki haftada yazıldığı, mektup tarzında yazılan ilk roman sayılabileceği, onu bir gecede şöhrete kavuşturduğu, romanın ününün Almanya sınırlarını aştığı, sokakların Werther’e benzemeye çalışan gençlerle dolduğu, aşk acısı çekenlerin Werther gibi intihar etmeye başladıkları bilgilerine de sahibim.
Hatta romanın yazılışından bir yıl sonra, Leipzig şehir yönetimi, teoloji fakültesinden gelen talep üzerine, kitabın satışını ve mavi ceket, sarı yelek, deri çizme, geniş kenarlı uzun şapkadan oluşan “Werther Kostümü”nün giyilmesini yasaklamış ve bu yasak kırk yıl yürürlükte kalmış.
Napoleon’un Mısır seferi sırasında, Avrupa edebiyatının en başarılı işlerinden biri olarak gördüğü Genç Werther’in Acıları’nı yanından ayırmadığı söyleniyormuş.
Ayrıca Goethe, ilk romanların biyografik olması geleneğini başlatan yazar olarak da değerlendiriliyor. 1772 yılında, yani henüz yirmi üç yaşındayken Wetzlar Alman Yüksek Mahkemesi’nde asistan olarak görev yaptığı sırada âşık olduğu Charlotte Buff adındaki nişanlı kadına duyduğu karşılıksız ilgiden yola çıkarak bu romanı kaleme almış.
Werther günlüğünde Charlotte’la tanıştığı günü 16 Haziran olarak not alırken, James Joyce 1922 tarihli bin sayfalık Ulysses romanında 16 Haziran tarihli bir günü anlatmaktadır. Ayrıca, Thomas Mann, Goethe’nin hayat hikâyesinden esinlenerek Lotte Weimer’da romanını kaleme almıştır.
Yani Goethe, yirmi beş yaşındayken yazdığı Genç Werther’in Acıları’yla edebiyat tarihini uzun yıllar etki altında bırakacak bir rüzgâr olmuştur.
İtiraf etmem gerekir ki bütün bu çok değerli bilgiler içinde beni en çok etkileyen, romanın yazar henüz yirmi beşindeyken yazılması oldu.
Daha ilk sayfada “Her zaman yaptığım gibi, yazgının önümüze çıkardığı azıcık kederi dilime dolamak istemiyorum artık, anın tadını çıkarmak istiyorum, geçmiş geçmişte kalmalı benim için. İnsanlar kayıtsız bir şimdiye katlanmak yerine, geçmişte kalan kederin hatıralarını canlandırmak için hayal güçlerini bu denli zorlamasalardı, daha az acı çekerlerdi” diyor.
Günümüz dünyasının bu bilince ulaşması yüzyıllar sonra gerçekleşti. Benimse kırk yılımı aldı. Üstelik bilmek ve yapmak eylemleri, aralarında zaman zaman uçurum diye nitelendirilebilecek büyük mesafeler olabilen çok farklı durumlar. Dünya ve ben biliyor olabiliriz ama ne kadar uygulayabildiğimiz tartışmalı. Bu bilinç düzeyine henüz yirmi beşinde erişmiş olan bir gencin uygulamaya geçmesi ise çok geçe kalmamış olmalı.
“Yanlış anlamalar ve atalet, kurnazlığa ve sinsiliğe kıyasla bu dünyada muhtemelen daha fazla yanılgıya yol açıyor” diyor genç Werther veya Goethe. Bunu on sekizinci yüzyılda söylüyor. Aradan yüz yıllar geçiyor. Sosyal medyanın da icat edilmesiyle yanlış anlamalar ve atalet diz boyunu geçiyor ve her türlü yanılgı bulaşıcı bir hastalık ya da yuvarlandıkça büyüyen bir çığ gibi yayılıyor.
“Çoğu insan yaşayabilmek için zamanın büyük kısmını çalışarak geçirir ve geriye kalan, özgür olduğu o azıcık zaman öyle endişelendirir ki insanı, ondan kurtulmak için her yolu dener. Ah, insanın yazgısı!” Neredeyse üç yüz yıl önce yazılmış bu ifade, bugünün insanını nasıl da güzel tanımlıyor. Genç bir zihnin, zamanının çok ötesine geçebilecek böyle bir tümce kurabilmesi deha değil de nedir?
“Elbette yaptıkları beş para etmez işlere ya da ihtiraslarına şatafatlı isimler veren ve bunları, insanoğlunu selamete ve refaha kavuşturacak devasa adımlar gibi gösteren, böylelikle kendilerini iyi hisseden insanlar da var. Fakat alçakgönüllülüğüyle tüm bunların nereye varacağını sezebilen, refah içindeki her yurttaşın kendi küçük bahçesine itinayla bakarak onu cennete çevirdiğini ve mutsuz olanların dahi taşıdıkları yükün altında soluk soluğa kalsalar da yılmadan yollarına devam ettiklerini gören ve herkesin bu güneşin ışığını bir dakika daha fazla görmeyi aynı ölçüde istediğini bilen biri, kendi dünyasını kendi içinde bularak inşa eder ve insan olmaktan da mutluluk duyar. İşte o zaman böyle biri ne kadar kısıtlanırsa kısıtlansın, yüreğinde özgürlüğün o hoş duygusunu taşır ve istediği zaman o zindandan çıkabileceğini bilir.” Fransız Devrimi henüz yaşanmamış, Özgürlük, Eşitlik, Kardeşlik kavramları henüz dile gelmemiş ama Goethe hayata o pencereden bakmaya çoktan başlamış. Sonra aradan yıllar geçmiş ve öyle bir pencere olduğunun farkında bile olmayan, olanlar arasında da başkalarının pencerelerini zorla kapatmaya çalışan insanlar yaşamaya başlamış.
“İnsan daima ufkunu genişletmek, yeni şeyler keşfetmek, bir yere bağlanmadan oradan oraya dolaşmak istiyor, fakat sonra yine içsel bir güdüyle kısıtlamalara gönüllü olarak boyun eğip alışkanlıkların adımlarını yönlendirdiği yolda sağına soluna bakmadan ilerliyor.” Konfor alanından çıkamayıp aynı yerde dolanıp durmanın kaosunda debelenen 21.yüzyıl insanının durumu on sekizinci yüzyılda anlatılmış işte!
“Kendi yetiştirdiği sebzeyi sofrasına koyan ve sadece sebzenin değil, tüm o güzel günlerin, onu toprağa diktiği o güzelim sabahın, suladığı ve yavaş yavaş büyüyüşünden sevinç duyduğu o sıcacık akşamların, kısacası tüm o anların bir anda yeniden tadına varan bir insanın sıradan ve masumane coşkusunu yüreğimde duyumsayabildiğim için öyle mutluyum ki!” Hayatımda okuduğum en güzel mutluluk tanımlarından biri olan bu paragrafı gencecik bir adam yazmış. Gerçek mutluluğun işte tam da böyle olduğunu benim anlamam yine kırk yılımı aldı. Bu farkındalığa ulaşamayan çok insan olduğunu düşünerek teselli buluyorum ve satır aralarında Goethe’nin dehasına daha çok hayran oluyorum.
“Birbirimizi mutlu edemediğimiz yetmezmiş gibi bir de her yüreğin zaman zaman kendi kendine yarattığı mutluluğu o yüreğe çok görmesek olmaz mı? İçinde bulunduğumu durumdan hoşnut olmadığı halde bunu kimselere belli etmeyecek ve etrafındakilerin keyfini kaçırmadan buna tek başına katlanacak kadar yiğit kim var, söyleyin bana! Ya da mutsuzluğumuzu etrafımıza yansıtmamızın nedeni, içten içe kendimizi değersiz bulmamızdan kaynaklanan bir memnuniyetsizlik, daima aptalca bir kibrin kızıştırdığı kıskançlıkla bağlantılı olarak kendimize karşı duyduğumuz bir antipati olamaz mı? Mutlu edemediğimiz insanların mutlu olduklarını görüyor ve buna dayanamıyoruz.” Ne kadar da bugüne ait bir değerlendirme, değil mi! Bireysel yalnızlık çemberlerinde dönüp durduğumuz günümüzde, etrafımızla sağlıklı ilişkiler yaşayamayıp psikologların, psikiyatristlerin kapılarını aşındırarak aradığımız sebepleri Goethe birkaç tümcede özetleyivermiş.
“Sırf başkaları öyle istiyor diye kendi tutkularını, kendi gereksinimlerini yok sayarak, para ya da şöhret veya bilmem ne uğruna canla başla çalışan biri her daim budaladır.” O kadar! Bu tümce ben dahil bütün budalalara gelsin. Başka söze gerek yok.
“Çünkü büyük işler, imkânsız görünen şeyleri başaran tüm olağanüstü insanların ezelden beri ya sarhoş ya deli damgası yediğini anladım ve insanlara o gözle bakmamayı öğrendim. Elbette sadece olağanüstü insanlar için değil, az da olsa özgürce, asilce ve beklenmedik bir şey yapan sıradan insanlar için de ‘Adam sarhoş! Deli!’ gibi yakıştırmalar yapıldığını duymak son derece rahatsız edici.” Senin bunu yirmi beşinde yazmanın üzerinden üç yüz yıl geçti halde sevgili Goethe, insanlara o gözle bakmamayı öğrenemeyen, bırak öğrenmeyi, sosyal medyanın gazıyla etrafına şehvetle saldıran ne çok insan var bu günlerde, bir bilsen!
“Kendimizden mahrum olduğumuzda, her şeyden mahrumuz aslında.” Yirmilerinin ortasındaki genç bir adamın kendisinin, aklıyla, zihniyle tüm varlığının değerine böylesi varması hayranlık uyandıracak bir başka durum. İnsan önce kendine değer vermezse bir arpa boyu yol gidemiyor, ruhunun karanlığıyla dolu bir bataklıktan çıkmak için çırpınıp duruyor. Oysa tutunacak dalımız her zaman önce biricik varlığımız ve kendi aklımıza olan inancımız olmalı. Ben bunu bu yaşımda söylüyorum. Genç Goethe, Werther’e yirmilerinde söyletmiş.
“Güçsüzlüğümüze ve çok zorlanmamıza rağmen çaba göstermeye devam edersek, sendeleyerek ve zikzaklar çizerek çok yavaş ilerlesek de yelken açarak ve kürek çekerek yol alanlardan daha ileride olduğumuzu görürüz çoğu zaman ve biz ancak başkalarıyla eşit ya da başkalarından önde olduğumuzda benliğimizi gerçekten duyumsayabiliriz.” Durmak yok, yola devam. Satırlarda ilerledikçe bu genç adamın, benim ve çoğu insanın yirmilerimizdeki halinden çok ileride bir bilinç düzeyine erişmiş olduğunu fark ediyorum.
“İç huzuru ve insanın kendisiyle barışık olması müthiş bir şey. Sevgili dostum, bu nadide duygu, güzel ve kıymetli olduğu kadar geçici olmasaydı keşke!” Keşke sevgili Goethe ama belki de geçici olduğunu için bu kadar güzel ve kıymeti. İşin sırrı bu farkındalığı hep diri ve canlı tutmakta.
“Perdeyi kaldır ve arkasına geç! Hepsi bu! Bu tereddüt, bu ürkeklik niçin? Perdenin arkasında neler olduğu bilinmediği için mi? Yoksa dönüşü olmadığı için mi? Hakkında kesin bir şey bilmediğimiz şeylerde kargaşa ve karanlık aramak zihinlerimizin özelliği artık.” Shakespeare’in dehasıyla yarışabilecek bir başka anlatı daha. Korkaklık ve cesaret ikilemi daha güzel nasıl ifade edilebilir! Hem de henüz yirmilerindeyken, görece olarak rahat yürünen hayat yolunda ayağına henüz çok büyük taşlar takılmamışken.
Bütün bu sözcükleri böyle derinlikli bir şekilde bir araya getiren zihnin on sekizindeyken Faust’u yazmaya başlaması ve seksen üç yaşına kadar üzerinde çalışması, dehanın bir başka dışa vurumu olsa gerek. Üstelik bu eserinde insanoğlu şeytanla bahse giriyor ama direniyor ve teslim olmuyor.
Goethe, sonraki yıllarında kitabın şöhretinden, Charlotte Buff’a duyduğu gençlik aşkının halka duyurulmasından pişmanlık duymuş ve Werther karakteri kardeşi olmuş olaydı da onu öldürseydi, onun kinci hayaletinin bile bu kadar rahatsız etmeyeceğini yazmış. Yine de “Herkesin hayatında Werther’in kendisine özel yazılmış olduğunu düşündüğü bir zaman olmaması kötü olurdu” demiş.
Okuduğum genç satırların tam da bu yaşımdaki düşüncelerimle örtüştüğünü hayranlıkla fark ederek, kitaptan alıntılar yapıp öznel görüşlerimle devam etmem, öngörüsü yüksek Goethe’nin bu söylemindeki benim zamanımı açıklamaktadır.
“Elbette sadece bir gezgin, bir yolcuyum bu dünyada! Yoksa siz daha fazlası mısınız?” diye soruyor genç Werther. Varlığını buraya konumlamak insan ruhunun erişebileceği en hafif, en değerli, aklı, zihni, yüreği en yormayan mertebe bence.
Bu yaşımda nihayet ben de bir gezgin ve bir yolcu olarak geçmeye çalışıyorum bu dünyadan.
Peki ya siz?
edebiyathaber.net (21 Ağustos 2023)
“Genç Goethe veya Werther ve bu yaşım | Berrin Yelkenbiçer” üzerine bir yorum