Gençlik nasıl “tanrısız” oldu? | Emek Erez

Ekim 3, 2016

Gençlik nasıl “tanrısız” oldu? | Emek Erez

emek-erezOkullar modern dünyanın bireyi topluma, devlete uygun hâle getirme ve biçimleme kurumlarının başında gelir dersek çok abartmış olmayız sanıyorum. Okul yaşamı farklılıkların törpülendiği, sistemin o gününe ne uygunsa ona uygun insanların yetiştirildiği yerler olarak daha çok çıkar karşımıza. Öğretmenlerin birinci işlevi de genellikle öğrenciyi müfredata uygun olarak yetiştirmektir. Ancak onların içerisinde hepimizin yaşamında önemli izler bırakan bizim farklı yanlarımızı yok etmeye çalışmaktan çok teşvik eden, ilham verenler de vardır. Bugünlerde görevinden uzaklaştırılmaya çalışılan, her türlü baskıya maruz bırakılan öğretmenler de daha çok bahsettiğimiz kısımda yer alanlardandır.

Jaguar Yayınları tarafından basılan, Ödön Von Horváth’ın “Tanrısız Gençlik” adlı kitabı,  Nazi Almanyası’nda bir lisede coğrafya ve tarih öğretmenliği yapan karakteri üzerinden; okulu ve öğretmenliği sorgulayan, yukarıda bahsettiklerimize odaklanan bir roman olarak çıkıyor karşımıza.  Faşizmin tüm karanlığını hissettirdiği bir toplumda lise öğretmeninin bireysel kaygıları ile vicdanı arasında sıkışıp kalmışlığını görüyoruz kitap boyunca. Ayrıca, o dönem Almanya’sında eğitime militarist bir anlam yüklendiğine, öğrencilere askerlik ve savaş içerikli bir müfredat uygulandığına tanıklık ediyoruz. Tüm olanların farkında olan bir öğretmenin adaleti ve vicdanı mı yoksa konforlu bir yaşamı mı tercih edeceği sorusu, kitabın son ânına kadar canlı tutulmuş ve böylece okurun da bu sorunun cevabını merak etmesi sağlanmış.

Horváth’ın kitabı yalnızca öğretmenleri değil, devlet söyleminin etkisindeki gençleri de sorguluyor. Gerek okulla gerek toplumsal yaşamla temas hâlindeki genç insanlar doğal olarak bu durumdan etkileniyor ve bireysel halleri de faşizan bir tavır içeriyor. Örneğin; Öğretmen eğitim müfettişliği tarafından tayin edilen “Neden sömürgelerimiz olmak zorunda?” adlı bir kompozisyon ödevi veriyor. Öğrencilerin bu kompozisyonlarda yazdıkları, gençlerin devlet söyleminden nasıl etkilendiklerinin göstergesi oluyor. Mesela bir öğrenci şöyle yazıyor; “ Sömürgelere ihtiyacımız var çünkü çok fazla hammadde gereksinimimiz var. Hammade olmaksızın gelişmiş endüstrimizi gereğine uygun bir şekilde çalıştıramazdık.” Bir diğer öğrenci ise şöyle yazıyor; “Bütün ‘zenciler’ sinsi, korkak ve tembeldir.” Öğretmen ödevleri okurken kafasında böyle olmadığına dair yorumlar yapıyor ancak müfredat gereği içeriğe dokunması yasak bu nedenle sadece biçimsel değerlendirmeler yapmakla yetiniyor. Ama o, ödevlerle ilgili öğrencilerle konuşurken kendisini tutamayıp şöyle diyor ; “Bütün ‘zenciler’ sinsi, korkak ve tembeldir” yazan öğrencisine; “Biz beyazların kültür ve medeniyet bakımından zencilere üstün olduğumuzu yazıyorsun doğru da olabilir bu. Fakat yaşayıp yaşamamalarının kararının ‘zencilere’ ait olmadığını söyleyemezsin, en nihayetinde zenciler de insan.” Öğretmenin de ifadesi aslında ayrımcılıklar içeriyor “zenciler de insan” söyleminde olduğu gibi, ancak bu bile başının okul yönetimi ve velilerle derde girmesine yetiyor. Öğrenciler kendisini istemediklerine dair imza topluyorlar ve o günden sonra lâkabı “zenci” olarak kalıyor.

tanrisiz-genclikBu yaşananlar kitapta faşizm döneminde okulların misyonunun ne olduğunu da düşündürüyor. Her türlü farklı sesin kısılarak, kendisi dışında kalan herkesi düşman ya da sömürge olarak görebilecek bireyler yetiştirmek. Horváth’ın öğretmen karakteri böyle bir ortamda kendisini kaybetmeden “iyi” değerler aşılama çabasına giriyor çünkü o bir öğrencisinin söylediği gibi “ Durmadan dünya üzerindeki hayatın nasıl olması gerektiğinden dem vuruyor, ama asla gerçekte nasıl olduğundan söz etmiyor.” Sanırım öğretmen yaşanılan gerçekliğin dışında bir dünyanın mümkün olduğuna inanıyor ve öğrencilerine çıplak bir faşizm gerçeğindense, dünya üzerinde başka bir hayatın varolabileceğini anlatmaya çalışıyor.

Kitap, öğrencileri paskalya tatilinde bile kampa götürerek askeri eğitim aldıran bir zamanda geçiyor. Kamp günlerinde ıslah evinden kaçan fakir “hırsız” çocuklar da yer ediyor anlatı içerisinde. Egemenlerin neden ekmek çaldıklarını sorgulamadan; “Bunlardan her şey beklenir. Bunlar yabani otlar ve yok edilmeleri gerek” diye bahsettikleri, dağda mağarada yaşamaya çalışan bu çocuklar, tüm olumsuz önyargıların hedefi oluyorlar.  Hováth “suç” ve “suçlunun” belirleniminde otoritelerin adalet anlayışlarının ne kadar etkili olduğunu bu çocuklar üzerinden anlatmış kitabında. Sonrasında kampta işlenen bir cinayet, bu çocuklardan birisinin üzerine yıkılmaya çalışıldığında, öğretmen asıl suçluyu bulmak için epey çaba sarf ediyor. Çünkü cinayeti asıl işleyen zengin bir ailenin oğlu olan “T”.

Kitabın dikkat çeken noktalarından birisi de öğretmenin Tanrı ile ilgili sorgulamaları, o Tanrı’nın bunca yaşananı izlemesi ve tepkisizliğine kızgın olsa da içinde bir yerde yaşamasına engel olamıyor. Ama Papaz ile girdiği şu diyalog Sade’ın “Tanrıya Karşı Söylev”ini hatırlatacak nitelikte.

“Açık konuşabilir miyim?”

“Sadece açık konuşun.”

“Kilisenin daima zenginlerin tarafını tuttuğunu düşünüyorum.”

“Bu doğru çünkü bunu yapmak zorunda”

“Zorunda mı?”

“Zenginlerin yönetmediği bir devlet biliyor musunuz?”

Papaz ile öğretmen arasındaki bu diyaloglar çok şey söylüyor. Buradan çıkan sonuç şu sanırım, paranın Tanrı’yı bile satın alabileceği bir dünyada yaşıyoruz. Ve dini kurumlar da Tanrı’dan çok paranın esiri olmuş. Bu nedenle sanırım Mendoza, “Ben Tanrı olsam intihar ederdim, insanlarla birlikte acı çekmeyi öğrenemediğim için” derken haklı.

“Tanrısız Gençlik” kitabı gençlere dair sunulan toplumsal eleştirilere de bir bakıma yanıt oluyor. Gençlerin Tanrı’dan uzaklaştıkları, ahlaki çöküntü yaşadıklarına dair varılan genel kanıya şöyle bir yaklaşım sunuyor: Gençleri yetiştiren, biçimleyen sizlersiniz, onların sisteme ve topluma uygun olmalarını arzuladığınız için, onların kendileri olmalarına izin vermediğiniz için onları kaybediyorsunuz.

Bunun yanında kitap ile ilgili bahsedilmesi gereken bir ayrıntı da yapılan göndermeler. Özellikle İncil’e, Adem ve Havva gibi dini anlatılara yapılan atıflar sorgulatan, mistik bir anlatı ortaya çıkarmış.

Ödön Von Horváth’ın kitabı eğitim sistemini çok tartıştığımız bugünlerde okura iyi gelecek bir kitap. Okullara biçilen misyon, müfredatlar, ahlâki yargılar ve devlet uygulamalarıyla kaybedilmiş bir gençlik, vicdanı ve dayatılanlar arasında sıkışmış bir öğretmen, anlatı içerisine yerleştirilmiş faşizm eleştirisi. Kısacası, bu kitabı okumak için epey fazla neden var.

Emek Erez – edebiyathaber.net (3 Ekim 2016)

Yorum yapın