Bana kalırsa insanlar ikiye ayrılıyor; bir yere kök salıp, evinden yurdundan hiç çıkmayıp ‘mahallenin mutlu sakini” olmayı tercih edenlerle, yersiz köksüz olmayı tercih edip kendilerini hiç bir yere ait hissetmeyenler. ‘Mahallenin mutlu sakini’ olanlar bu hayatta daha bir kalıcı olmanın peşindeyken, kendilerini hiç bir yere ait hissetmeyenler ise sürekli yeni bir başlangıcın peşindeler sanki.
Çağdaş İngiliz edebiyatının en önemli temsilcilerinden Geoff Dyer, bence kesinlikle ikinci gruba giriyor. Dyer, farklı konularda ve türlerde eserler veren; fotoğraftan, sinemaya, gezi kitaplarından romanlara varana kadar farklı türlerde özgürce seyahat etmeyi seven bir yazar. Kendisi bu anlamda hiç bir konuda akademik bir uzmanlığın peşinde olmadan, entelektüel merakının peşinden gidip, bu konuda yersiz yurtsuzluğu tercih eden bir yazar olarak tanımlanabilir.
Dyer’ın 2008 yılında Hit Kitap’tan çıkan İçimdeki Yağmur adlı gezi kitabı ise bir nevi kendi köksüzlüğünün, seyyahlığının özeti gibi duruyor. Bu arada kitabın İngilizce ismi ‘Yoga For People Who Can’t Be Bothered to Do It’ (Sıkıntıya Gelemeyenler İçin Yoga) kitabın ruhunu daha iyi özetliyor, keşke kitabın ismi böyle olsaymış. İçimdeki Yağmur, Dyer’ın bugüne kadar yazdığı metinler arasında en çok ilgi gören ve beğenilen kitaplar arasında yer alıyor. Dyer, kitabında okuyucuya pek de alışık olunmadık türden bir gezi rehberliğine davet ediyor. Kitabın ezber bozuculuğu, klasik bir turist rehberliği iddiasını taşımaması. Dyer, kitap boyunca gidip gezdiği yerlerin turist mekanlarından veya tarihçelerinden uzun uzun bahsetmiyor. Bazen bu detayları hiç anlatmıyor bile. Onun derdi, insanlık komedileri; orta yaş krizine girenler, hiç bir yerde mutlu olamayanlar, her daim kafası dumanlı olanların melankolik ama bir o kadar da komik hikayelerini aktarıyor bizlere. En çok da kendi sıkıntısını, 40’lı yaşlar sendromunu, kendinden kaçış öyküsünü ve hayal kırıklarını anlatıyor. Bununla beraber kitabın kasvetli ve depresif bir ruh hali yok; tam aksine Dyer, melankoliyle, mizahı nefis bir şekilde harmanlıyor. Kitabın hiç bir şeyi takmaz ruh hali bir süre sonra size de geçiyor ve Dyer’la hoş bir yolculuğa çıkmış oluyorsunuz.
Paris’te son tango Kopangan’da yoga
Geoff Dyer, İçimdeki Yağmur’da coğrafyalar arası gezintiye çıkıyor. Avrupa’dan Asya’ya oradan ABD’ye varana kadar bir dünya turu yapıyor. Kitap boyunca da burada karşılaştığı tuhaf insanları, ilginç anları ve mekanları satırlarına yansıtıyor. Sıkılanları, orta yaş krizine girenleri, yersiz yurtsuz olanları ve yarım kalmış aşk hikayelerini anlatıyor. Paris’te yağmurlu bir öğleden sonrası bir daha asla karşılaşmayacağını bildiğini hoş bir kadınla flört edip Paris’te son tangosunu yapıyor. Kopangan’da herkesin sabahtan akşama yoga yaptığı, modernlik krizini aşmaya çalıştığı bir yerde ‘Üşengeçler için Yoga’ adlı bir kitap yazmaya çalışıyor. Boş satırlarla başladığı bu kitap çalışmasını yine boş satırlarla nihayete erdiriyor. Leonard Cohen vari bir arınma ve kendinden kaçış öyküsü yazacakken yine kendisini imkansız bir aşkın ortasında buluveriyor. Bu tesadüfü karşılaşmada da en güzel gidişlere sahip güzel bir kadının arkasından bakakalıyor. Zaten Dyer da hayatında kalıcı bir şeylerin peşinde değil, yaşadığı hikayelerin yarıda kalıp, asla tekrar etmeyecek olması onu cezbediyor bir anlamda. Kitabın başında Goncourt Kardeşler’den yaptığı şu altındı da durumu özetliyor sanki: “Hiçbir şey tekrar etmez, keza her şey emsalsizdir.”
Bununla beraber Dyer’ın satırlarında dönüp dolaşıp durduğu bir başka mesele ise; orta yaş krizi oluyor. Kitap boyunca hikayesini dinlediğimiz Dyer, 40’lı yaşlarının başında, geçmişten bugüne taşıdığı hayal kırıklıklarıyla mutlu mesut yaşayan bir karakter olarak karşımıza çıkıyor. 20’li yaşlardaki umutlu halini, 30’larında hayal kırıklıklarına bırakıp, 40’larında ise bütün bu yaşananları olduğu gibi kabul edip, dünyayı umursamayan mutlu bir mutsuza dönüşüyor. Kendisinin ifadesiyle söyleyecek olursak: “Ateşli, hırslı ve umutla dolu olduğunda kırk yaşında olmak, yirmi yaşından olmaktan daha iyiydi. Bir zamanlar sizi canlı kılan o umutların, bir acı kaynağına dönüştüğü otuzlarında olmaktan bile iyiydi.” Bu dünyayı sallamama hali de onu komik durumlar düşürüyor. Amsterdam’da sarhoş bir halde bardan kovuluyor. Üzerinde demode bir gömlek, pantolonla Milano’da turluyor. Sonra Libya’yı ziyaret ediyor. 18. yüzyıl seyyahı gibi Libya’yı egzotik bir yer olarak gezmiyor tam aksine orada bol bol sıkılıyor. Lokantalardan sıkılıyor, iklimden, otelden her şeyden sıkılıyor. Olaylar Esirgeyen Gökyüzü romanı tadında gitmiyor, can sıkıntısı bir noktadan onu esir alıyor. Sıkıntısını atmak için gün batımlarını izlemek durumunda kalıyor. Zaten kitap boyunca hep sıkılıyor, modern hayatın yoruculuğundan, insanlardan ve onların akla gelebilecek türlü tuhaflıklardan bunalıyor. Ruhunuzun bir yerlerinde kalmış, hesaplaşamadığınız bir sıkıntıyla yaşıyorsanız, nereye gidersiniz onu da yanınızda götüreceğinizi ve bir süre sonra gittiğiniz her yerin birbirine benzeyeceğini söylüyor.
Dyer’in kitap boyunca merkeze aldığı bir başka önemli konu ise; ev oluyor. Eve dönmek üzerine kafa yoruyor biraz da. Ama ev kavramını nasıl tanımlamak lazım? Ev denilen kavram somut, dört duvar arasından mı oluşmaktadır sadece yoksa soyut bir tahayyül müdür? Bu konu hakkında bana bir soru sorulacak olunsaydı şayet; evi somut bir mekan olarak düşünmediğimi, benim ev tanımının içinde aile, arkadaş ve en çok da sevgili olduğunu söylerdim; çünkü kişisel hikayenizi hep aşık olduğunuz kişinin yanına dönmek için yaşarsınız. Dyer, bu konuda benden farklı düşünüyor elbette. Onun ev kavramıyla pek ilgisi yok, bir yerde sürekli kalmanın, oraya kök salmanın asla ona göre olmadığını ısrarla belirtiyor. Dyer, içki masasında lafını bölmek istemeyeceğiniz, güzel hikayeler anlatan masanın en şık abisi. İçimdeki Yağmur, içerisinde bolca insanlık komedisinin yer aldığı nefis bir gezi kitabı. Melankolik, hüzünlü ve çok komik… Kemerlerinizi bağlayın, Dyer sizi harika bir yolculuğa davet ediyor.
Can Öktemer – edebiyathaber.net (12 Ocak 2018)