Bin Hüzünlü Haz’ın ilk satırlarında başlayan, kitabın son cümlesine kadar süren içimdeki yegâne duygu şu oldu: büyülenme. Hasan Ali Toptaş, kelimelerden yeni ve büyülü bir dünya yaratan bir dil ustası. Kelimeler bir araya gelip hem bu kadar sade, hem bir o kadar zengin olabiliyormuş; hem art arda derinlikli cümlelerle ilerleyip hem dingin olabiliyormuş bir roman, hem derinleştikçe derinleşip hem de insanı bu kadar bulutların üstünde hissettirebiliyormuş cümleler…
Bin Hüzünlü Haz, yazarın ikinci romanı. Yazdığı öykü ve romanların neredeyse hepsi ödüllü. Bin Hüzünlü Haz da 1999 Cevdet Kudret Edebiyat Ödülü’ne değer görülmüş. Toptaş’ın ilk romanı Gölgesizler gibi Bin Hüzünlü Haz da Türk Edebiyatının önemli postmodern roman örneklerinden biri.
Kitap, dokuz bölümden oluşan 130 sayfalık oldukça kısa bir roman. Ancak yaşama, varlık ve yokluğa, yaşamın anlam ve anlamsızlığına dair, o kısacıklığa çok şey sığdıran, uzun bir metin, belki bir manifesto. Kitabın iki ana kahramanı var: yazar-anlatıcı ve Alaaddin. İlk bölümde Alaaddin konuşuyor, bir çeşit kendini tanımlama. İkinci bölümden itibaren anlatıcı-kahramanın ağzından ilerliyor roman ve anlatıcı kitap boyunca Alaaddin’i arıyor. Ancak metin akıp giderken, ne anlatıcının ne de Alaaddin’in kimliğine, karakter özelliklerine dair belirgin/alışıldık bilgiler edinemiyoruz. Zaten kitabın bir postmodern örnek olarak en çarpıcı özelliği “belirsizlik”. Toptaş bu özelliği tadına doyulmaz bir dilde tadına doyulmaz bir metne dönüştürüyor; okur ilk başta belirsizliklerin doğal rahatsızlık halini hissetmesine rağmen, metin ilerledikçe romanın-metnin bir parçası gibi hissetmeye başlıyor kendini ve bu belirsizlik de içine girdiğimiz bir oyunun kuralına, bir edebi hazza dönüşüyor. Bir bakıyorsunuz anlatıcı hepimizin bildiği tanıdık bir kentin tanıdık sokaklarında geziyor, bir bakıyorsunuz çocukluğunuzun masallarının içinde bir yerdesiniz; Kırk Haramiler, Alaaddin’in Sihirli Lambası, Kırmızı Başlıklı Kız, Don Kişot, Binbir Gece Masalları, Oduncu ve Çocukları… Anlatıcı masaldan masala geçiyor. Bir bakıyorsunuz karşınızda Gregor Samsa, bir bakıyorsunuz Cumartesi anneleri, tinerci çocuklar, yoksulluk… Tam kayboldum dediğiniz yerde kendinizi yeniden buluyorsunuz, kendinizle buluşuyorsunuz…
Alaaddin kimdir, ya da nedir? “Suçtan arınmış” biri. Üstelik “suçtan arınmışlığından tedirgin olacak kadar suçsuz biri.” Kitapta anlatıcının ve dolayısıyla bizim karşımıza çıkan yaşlı bir kadın ise şöyle diyor; “…. bu Alaaddin, pekala hiç tadılmamış bir özlemin, kelimelere hiç dökülmemiş bir duygunun, henüz şekline göz değmemiş bir eşyanın, ya da hayali bile kurulmamış bambaşka bir hayatın adı olabilir, ……”
Diğer yandan Alaaddin dünyanın bütün suçlarının farkında, yaşamın bütün tahammül edilmez yanlarının, dünyanın katlanılmazlığının da farkında biridir. Çok önemli bir yetisi var Alaaddin’in, her insanın sahip olmak istediği bir yeti; bir dünyadan başka bir dünyaya geçebilir Alaaddin ve şöyle der;
“İşte o zaman ben, çeşitli suçların işlendiği göz kamaştırıcı bir dünyadan başka bir dünyaya sessiz sedasız göçmüş gibi oluyorum. Hayatın akıl almaz derecede oyuna dönüştüğü, hayallerin sınırı aşıp aşıp gerçeklere karıştığı, yerini göğünü ne idüğü belirsiz kıpırtılarla uzun kuyruklu, güzel güzel yalanların doldurduğu ve her şeyin kelimelerle yaşatılıp kelimelerle öldürüldüğü, acayip ve soluk renkli bir dünyaya……”
Anlatıcı kim ve neden Alaaddin’i arıyor, neden onun peşinde? Roman,anlatıcının Alaaddin’i aradığı bir serüven üzerine kurgulanmış, ama aslında bir üstkurgunun içindeyiz. Anlatıcının cümleleri, hissettikleri, arayışları ne kadar da bizim içimizdekilere benziyor! Bugüne kadar hep içimizde saklanmış da şimdi okurken farkına vardığımız cümleler ne kadar da bize ait! Anlatıcının Alaaddin’in kimliğinde simgeleştirdiği şeyler ne kadar bizim arayışlarımıza denk düşüyor!
“Herkes leblebi yer gibi sinir hapı atıyor ağzına, herkes gazetelerin birinci sayfasında pıhtılaşan kanlara gözucuyla bakıp bakıp susuyor ve herkes adımını ileriye değil de, kendi içine doğru atıyor.”
“Belki bir semtten gelenler, öteki semtlerden gelenlere geldikleri semti anlatıyorlar o sırada. Böylece, aslında hiçbir zaman hiçbir yere gidilmiyor da, yalnızca gidilmiş gibi olunuyor. Ancak kelimelerle gidiliyor ya da, kalınacaksa kelimelerle kalınıyor, kelimelerle yaşanıyor, kelimelerle gülünüyor, kelimelerle ağlanıyor ve sonunda gene kelimelerle kös kös geri dönülüyor ama, ben merdiven basamaklarını kendi ayaklarımla indim o gün, kapıya kendi ayaklarımla çıktım, şehri kendi gözlerimle gördüm,…”
Bin Hüzünlü Haz, en çok da bir fotoğrafa benziyor. Kadrajına aldıklarından çok, kadrajın dışında kalanları anlatacak kadar güçlü bir fotoğrafa. Dünyanın bütün yorumlarına, hayallerine, duygularına açık bir fotoğrafa. Bu güçte bir fotoğraf nasıl ki her izleyici ile farklı bir iletişime girebilirse, bu roman da her okurla yeni anlamlar edinebilecek kadar geniş bir alan sunuyor okura. İçindeki belirsizliklerle okura büyük bir rol veriyor. Ama okura oynamadan. Okuru oyuna ortak ederek. Oyuna katılmak isterse. Hasan Ali Toptaş, Bin Hüzünlü Haz ile, dünyanın katlanılmazlığına, gerçek diye dayatılan gerçeklere karşı başka bir dünyaya geçiş yapıyor, başka bir dünya yaratıyor, kendine ve okurlarına.
Bin Hüzünlü Haz, “yazı”nın sınırlarında, içinde ve dışında geziniyor. Bin Hüzünlü Haz, gerçekle masalın buluştuğu bir yerde o sınırları aşma çabasının dile dökülmüş hali.
Romanın kurmaca bilgelerinden Haraptarlı Nafi diyor ki; “Hayat nedir diye sorarsan, bilmiyorum evlat; sormazsan biliyorum…”
Sormuyoruz o zaman…
Şule Tüzül – edebiyathaber.net (18 Nisan 2016)