“Bu gece yeryüzü üstünde benden daha dertli, daha yalnız bir insan olamazdı.”
Oktay Akbal‘ın “Haliç İskelesi” adlı öyküsünde anlatıcının Galata Köprüsü’ne bağlı bir yan köprüden geçerek ulaştığı ve yalnızlığın metaforu olarak kullandığı iskeleyi gözümün önüne getiremiyorum. Karaköy’e defalarca inmiş, Haliç kıyılarından günün farklı saatlerinde suların kımıltısını seyretmiş, semtin gelişmesini, tarihi hanlarla bakışan yeni çay bahçelerini, Bankalar Caddesi ve civarındaki binaların yenilenmesini, Karaköy’ün yavaş yavaş Beyoğlu’na alternatif bir eğlence mekânına dönüştürülmesini izlemiş biri olsam da Haliç hattı kullandığım bir hat değil. O iskeleyi, yalnızlığın iskelesini merak ediyorum.
Şehirli insanın etrafında giderek büyüyen bu yalnızlık çemberi çok tanıdık çünkü. Vapurlarda, sokaklarda karşılaştığımız içlerinde neler gizlediklerini bilmediğimiz yüzlerce insan… Yazarın anlattığından da beter köpeksi bir yalnızlık. Yine de her birimizin kuyruğu dik tutma çabası.
Bir kabuktur insan, saklanır o kabuğun içinde. Mış gibi yapar, mutluymuş gibi, rahatı yerindeymiş gibi, sıkılmıyormuş gibi, özgürmüş gibi. Sonra bir gün basınç dayanılmaz raddelere geldiğinde kabuk çatlar, o yorgun yüz ve beden tası tarağı toplar, yalnızlığını da beraberine alarak Ege’ye, Datça’ya, uzak bir sahil kasabasına taşınır. Orada huzuru, hasretini çektiği farklı bir iklimi, şehirde yitirdiği özgürlüğü, insan kalbinin sıcaklığını bulacağını umar.
Vapurlar, suyun yumuşaklığından nasibini aldığı için belki, toplu taşıma araçlarından en sempatik, en sıcak olanıdır. Püfür püfür eser, alan özgürlüğünüz daha fazladır, bir de çay ocağı varsa İstanbul gülümser yüzünüze, siz de İstanbul’a. İçsel dünyanızı paylaşabileceğiniz birilerine rastlamanın güçlüğünü, rastlasanız da onun yalnızlığını kendi yalnızlığınıza katmaktan ölesiye korktuğunuz için mükemmel olabilecek bir beraberliği muhtemelen ıskalayacağınız gerçeğini düşünmezsiniz bir süre. Su taşır dertlerinizi, ta ki karaya yanaşıncaya kadar.
Bir “geçiş şehri” olma özelliğini her zaman korumuş hüzünlerin başkenti İstanbul’a ziyarete gelen ya da evini satıp işini devredip buradan kaçan ama her iki koşulda da sahip olduklarından farklı bir hayat kurgulamayı deneyen arkadaşlarımla paylaşıyorum son günlerde Refik Durbaş’ın derlediği “Öykülerde İstanbul” adlı kitabı. Tesadüfen, kütüphanemin raflarında tozlanmış kitapları evirir devirir, okumadıklarımı ayıklarken buldum bu eski kitabı. Sait Faik’in, Demir Özlü’nün, tanınmış pek çok yazarın öykülerinin yanında yer alan “Haliç İskelesi”, vapurlara inen binenleri, iskelede bekleyen bir genç kızla yakınlık kurma çabası içindeki adamı, velhasıl büyük şehrin kalabalıklarına tezat o bitmeyen yalnızlığı insanın içini hafiften burkan cümlelerle tarif ediyordu.
Uzun bir süredir İstanbul’a taşınma hayali kuran Ankaralı arkadaşım, Karaköy’de batan iskelenin yanındaki taburelerde çay keyfi yaptığımız sıcak bir temmuz gününde “Yalnızlık zengin insanların lüksü” dedi çıktı işin içinden. Sulara gömülmüş iskeleyi, İstanbul’un hallerini, şehrin onun gözünde hiç eksilmeyen büyüsünü konuşmaya devam ettik bir süre daha. Düşüncesine tam olarak katılmasam da anlıyordum onu. Sonra kalktık, uçurumlar şehri İstanbul’un vazgeçilmezlerine, Beyoğlu’na, Tünel’e, Asmalımescit’e çevirdik rotayı. Birileri akordiyon çalarak, birileri “Yol param kalmadı, eve dönemiyorum” diyerek, başka ülkelerden gelmiş birileri yerlerde dilenerek bu para mevzuunu sürekli hatırlatıyordu bize. Ve insan olma kavgasının yanı sıra devam eden diğer büyük kavgayı sınıf kavgasını.
Söz döndü dolaştı hiç bitmeyen para derdinin yakıcı bir sahneyle anlatıldığı Nuri Bilge’nin son filmine “Kış Uykusu”na geldi. Filmde beni en çok çarpan o unutulmaz sahneyi taşıdım muhabbetin ortasına. Nejat İşler’in kırılan gururunu onarmak için bir deste parayı ateşe attığı sahneyi filmi seyredenler hatırlayacaktır. Bir Ercan Kesal ve Nuri Bilge hayranı olan arkadaşım “Zaten o filmi yanlış yerden tartışıyorlar. Filmin ahlak dersleri değil önemli olan, barındırdığı sınıf çelişkisi,” diye vurguladı.
Haliç İskelesi en azından eski haliyle, Tütün Fabrikası ve diğer fabrikalar yerinde dururken, şehrin sınıf çelişkisine durak durak uğrayan hatlardan birinde yer alıyor. Cibali’ye gidip gelenlerin çoğunu işçiler oluşturuyormuş zamanında, işçi iskelesi olarak anılıyor bu iskele. Sınıflar arasındaki farklar bugün de eksilmeden mevcut aslında, hatta giderek büyüyor ama bir işçi iskelesi yok artık İstanbul’un. Cibali iskelesi kapalı, Haliç hattındaki on dört duraktan sekizi kullanılabiliyor. Defterdar, Halıcıoğlu ve Kağıthane kapatılan ve kullanılmayan iskelelerden bazıları. Aynı şekilde Eyüp İskelesi, dibe çökenler 1991’de vapurların hareket edemeyeceği kadar yükseldiğinde geçici olarak iptal edilmiş. Temizlik çalışmaları ile suyun kalitesinin değişmesi ve derinleşen su sayesinde 1998’de yeniden açılmış iskele. Haliç hattının son durağı Eyüp.
Bugün daha ziyade turistler kullanıyor Üsküdar’da başlayıp Eyüp’te sona eren bu nostaljik hattı. İstanbulluların çoğu sevimli küçük bir ahşap iskele olan Haliç İskelesi’nin yerini bile bilmiyor. Eminönü’nde, köprünün sağ tarafında Ticaret Üniversitesi binasının yanında kalan Haliç İskelesi’ni ben de bir turist kafilesinin arkasına takılarak buluyorum.
Kendi gerçekliklerinden kaçarak bir süre buranın gerçekliğinde oyalanacak yabancı turistler. İstanbul’un arsız martıları, her zaman yoğun, hatta bazen çıldırtan trafiği, Asya ile Avrupa arasında gidip gelen ve dillerinin dönmediği adlar taşıyan iskelelere uğrayan vapurları, müzeler oyalayacak onları. Sınıf kavgaları, daha derin sorunlar ilk etapta sınırlı ve değerli vaktini ayırıp uzun planlamalardan sonra tamamen yabancı bir yerde kendini bulan turisti ilgilendirmeyecek. Ancak medyada büyük yer bulan Gezi Direnişi gibi süreçler popüler bir dille anlatıldığında belki.
Aslına bakılırsa böyle yüklü meseleler pahalı bir kafede buz gibi birasını içen İstanbullunun da kaçtığı konular. Arkadaşlarıyla demlendiği meyhanede etrafında pervane olan garsonun, çift kaşarlı tostunu ısmarladığı büfedeki çırağın, birasını dolduran yirmili yaşlardaki barmenin parayla imtihanını kim bilmek istiyor ki?
Ama iyi edebiyat sinema buradan besleniyor, bu çelişkilerden.
İranlı turistler Haliç vapurunda kendi dillerinde şarkılar söyleyerek eğleniyorlar. Benim ülkemdeki ezgileri andırıyor şarkıların müziği. Haliç İskelesi’nde yazar öyküyü bitirirken “Gerçek hayat bu gördüğümüz değil” diyor Rimbaud’dan bir dizeyi alıntılayarak. Nerede peki gerçek hayat? Murathan Mungan’ın “Şarinin Romanı”nda ifade ettiği gibi, “Bir insan en çok kendi hayatını bilir… Ne öğrenirse öğrensin, en çok kendi hayatını.”
Yazmaya başlamadan, bu şehirden kaçmadan, başka bir yerde yeni bir başlangıcı denemeden önce kendi imtihanlarımızı bir gözden geçirmenin vaktidir o zaman.
Gönül Kıvılcım – edebiyathaber.net (24 Temmuz 2014)