Geçenlerde danışmanlığını yaptığım yayınevinin bir yazarı aradı. Yeni yayımlanan kitabının gezindiği birkaç kitabevinde olmadığını yana yakıla anlatıp durdu.
Sabırla dinledim onu. Dinlerken de şunu düşündüm, sordum da kendime; ‘yazarı buna iten ne; yayıncı mı işini iyi yapamıyor, yoksa kitabevi mi ya da dağıtımda mı bir sorun var!?’. Yayıncı kitabı yayınlayabildiğine göre, demek ki dağıtımla kitabevi arasındaki işleyişte bir sorun var. Bu başka bir konu, ileride değineceğim.
Peki, ‘bir yazar neden kitapçılarda kitabının ardına düşer?’, bu da bir başka sorumdu kendime.
“Ben kendi kitabımın ne olduğuna, nereye gidip gitmediğine bakmam,” desem de ona; o, üzerine basarak, inatla, “neden yok” diyordu.
Muhatabının ben olmadığını söylemem yetmedi elbette. Dostum olduğu için kırıcı olmak da istemedim.
“Yazar egosu” deyip geçebiliriz buna.
Yazdığına güvenen birinin bunlarla işi olmaması gerektiğini düşünürüm. Öyle, “enformasyon çağındayız, bu gerekli” sözleri inandırıcı gelmez bana, işim de olmaz. Bir yazarın çıkıp kitabının önünde durması; şunu yazdım bunu söyledim demesi kadar böyle ardına düşüp şurada var mı burada var mı diye araştırmasını da doğru bulmam.
İşte bu nedenlerledir ki, iyi bir yazarın her zaman ikincil bir işi olmalıdır bence.
Minnetsiz yazan biri olmak kadar sizi yazarken özgür kılan hiçbir şey olamaz.
Şuradan şu kadar akçe gelsin, bununla insanlar beni tanısın, şurada şunun yanında durayım yazdıklarımla, bana bir paye verilsin demez, dememeli de iyi bir yazar.
Bu “gezinen yazar” dostumu yeterince anlasam da, yazdıklarına karşı hep mesafeli dururum. Yazmanın bir heves ötesi, bilgi ve birikim olduğuna, bir o kadar da çalışmayı gerektirdiğine inanırım.
“Yer değiştiren yazar”!
Size, “gezinen yazar” için bir başka kıyıdan, bambaşka bir örnek vermek isterim üzülerek.
Neden üzülerek; çünkü, öğrendim ki, sevgili yazarım/dostum Hasan Ali Toptaş 7. yayınevine geçiyormuş!
Bir yazarın böylesine gezinmesini hoş karşılamam. Onu buna sürükleyen nedenleri anlasam da; artık edebiyatta yerini/kimliğini bulmuş bir yazarın başkalarının elinde bir oyuncağa dönüşmesini kabul edemem. Üstelik yayıncıların da bunu önayak olmasını hiç de doğru bulmam. Yayıncı yazarına sonuna kadar sahip çıkmalı, onu varoluşunun bir parçası gibi görmeli. Bir yayınevi ancak böylelikle kimliğini bulur, varlığını geleceğe taşıyabilir.
Yayıncılığımızı borsaya dönüştürenlerin, “yanlış ajans”ların bunda günahı çok elbette.
Bilmeliyiz ki; ne bir yayınevi menkul kıymetler borsasıdır ne de yazar orada elden ele geçen tahvil senedi…
Kuşkusuz Toptaş örneği ne ilktir ne de son olacak. Ama bu kapıyı açan yazarların da bunda hiç mi payı yok diye sormak gerekir elbette.
İyi bir yazar kendine kapılarını açan, ona yayın çizgisinde yer veren, kataloğunda taşıyıp okuruyla buluşturan yayınevine sadakat göstermeli derim. Yazarı yazar yapan biraz da yayınevidir, bu unutulmamalıdır.
Bugün, yılların Remzi, İnkılâp gibi yayınevlerinin ülkenin simgesel yayınevi olamamasını biraz da bu kan kaybına bağlarım.
“Parayı gören gider, tutamazsın” anlayışı kültürümüzü kuşatmıştır ne yazık ki.
Böyle bir furyaya kapılıp giden bir başka yazar dostumun yeni yayınevinden serzenişlerini dinlerken; “attan inilip eşeğe binilmez” tabirini kullanmıştım ne yazık ki! O, bu deyişime kızsa da öfkelense de, bunun sonuçlarına yine kendisi katlanmak zorunda kalmıştı.
Doğrusu o “gezinen yazar” dostumdan daha çok Hasan Ali Toptaş’ın bir yayınevinden diğerine zıplayıp duruşunu içime sindiremediğimi söylemeliyim.
Toptaş, Everest’te olup İletişim’e geçseydi de aynı şeyi söylerdim.
Unutmayalım ki, her zaman taş yerinde ağırdır.
Feridun Andaç – edebiyathaber.net (3 Mayıs 2016)