“Şeyleri siyah-beyaz, erkek-kadın gibi kategorilere indirgediğimizde, arkasında başka bir fikir var demektir. Bu, şeyler üzerinde bir iktidarı garantilemek için, indirgeyici [ve] onları ikiliklere dönüştüren bir işlem yürüttüğümüz anlamına gelir.”(1)
Geçtiğimiz günlerde Belma Fırat’ın üçüncü öykü kitabı yayımlandı: Bugün Anne Gibi Değilim.
Anne olmakla anne gibi olmak üzerine düşündürüyor Fırat. Anne olmak için anne olmanız gerekir. Anne gibi olmaksa bütün kadınların girebileceği bir ruh hali mi? Freud’dan, Oedipus Kompleksi’nden bahsetmeyeceğim. Sanırım kadının sadece anne olmak için yaratıldığını, şefkat, sevgi ve fedakârlığın kadına has olduğunu söyleyenler için “gibi olmak” önemli. Anne gibi değilsen kadın gibi de değilsin demek. Yoksa “cenneti” ayağının ucuyla itersin. Dişil bir baba mısın? Belki baba gibi de değilsin. Öyle ki “gibi” kendisi olmayanın kendi varoluşunu sorgulaması. Ama her şeyden önce sıfatlara ve adlara konulan bir mesafe.
Belma Fırat da ayakkabısıyla cennete yüz vermeyen kadınları anlatmış. Ayakkabı dedim evet. Çünkü kadın ya da erkek, öykülerin neredeyse her birinde ayak/ayakkabı simgesine rastlıyoruz. Kimi yerde uzun ince topuklu çizme, kimi yerde topuklu ayakkabı, kimi yerde kösele, kimi yerde terlik. Yazar, ayakkabı ile ezen ezilen ilişkisine vurgu yapıyor olabilir. Öyküleri bu simgeyle birbirine bağlıyor. Sadece ayakkabı mı? Giysiler de bir o kadar önemli. Tarihsel açıdan korunmanın bir yolu olmaktan çıkıp sınıfını gösteren giysiler… Simgeli anlatım çağrışımlara yol açıyor amacı gereği. Emekçi kadınlar değil sadece ezilen mi diyor, yoksa dış görünüşe değer veren imaj toplumunu mu işaret ediyor. Bazı öykülerde kadınları, “anne gibi” olmayan kadınları, erkin karşısına dikilmiş, yeni bir yol, dil ve yaşam örmeye çalışanlar diye görüyoruz. Kimi öyküdeyse varoluşunu kendine kanıtlamak isterken şiddetin, erkin yanında buluyorlar kendilerini. Sesleri titretiyor ama yıkmıyor, karşı koyuyorlarsa da aşamıyorlar…
Ayakkabı üzerinde biraz daha duralım. Tarihe bakınca ayakkabı ve iktidar arasında farklı ilişkilere rastlıyoruz. Örneğin Eski Yunan’da üst sınıf kadınlar kırmızı, yeşil, sarı veya beyaz ayakkabılar giyermiş. Alt sınıf kadınlarsa deri rengi sandalet. Erkekler içinse ayakkabının burnunun uzunluğu belirleyiciymiş. Hatta asırlar sonra İngiltere’de burun ucu geleneği sürdüğünden III. Edward santim sınırı için yasa çıkarmış. Günümüzde kadınsılığın göstergesi sayılan topuklu ayakkabıları da eskiden boy uzatmak için ilkin erkekler giymiş. Fransa kralı XIV. Louis’in kırmızı topuklu ayakkabısı meşhur. Bizde de ayakkabı kutuları meşhur, tabii bu konumuz dışında.
Belma Fırat’ın bu bilgilerden ne kadar etkilendiğini bilmiyorum ama öykülerde giyim kuşam önem taşıyor. Kadın ve erkek arasındaki eşitsizlik sınıfsal durumu aşıyor.
Öyküler günümüz teknolojisiyle birlikte aktarılır. Bu sebeple ilişkiler maneviyattan yoksun, görünürlük her şeyden üstün. İnsan aklının her çuval inciri mahvettiği dünyada, felsefe kadın ve erkeği insanda buluşturmayı isterken Belma Fırat, tersinden cinsiyet farkını keskinleştiriyor. Daha doğrusu cinsiyeti bedenselliğin dışına atıyor. Oluşu, karşı karşıya getirilmiş iki cinsiyetin birlikte dönüşümü diye ele alırsak; ataerkil olanın iki cins tarafından da yeniden üretilebileceğini ima ediyor. Rolüne riayet edenle başkaldıranı yan yana anlatıyor. Kadın kahraman yaratmak yerine rahatsız etmeyi tercih ediyor. Arzuyu daha çok erkeğe yakıştıranlara inat arzulu, tutkulu kadınlar anlatıyor. Daha çok kadındaki arzuyu görünür kılmaya çalışıyor. Bu görünürlüğün okurda karşılık bulacağı duyguya kilitlenmiş. Alışılagelmiş kadın davranışının dışındaki bu kadınlar okura gerçeküstü görünebilir.
Kitapla aynı adı taşıyan ilk öyküde gibilik sadece anneliğe has değil. Babalık da gibilikten payını alıyor. Lacan’ın Baba-nın- Adları’na atıf yapan ifadelere rastlıyoruz. İnsanın kendini bulmak için çıktığı yolda, ben’ini anneden ayırmasına iştirak eden baba Lacan’a göre. Bu üçlü ilişkinin nasıl geliştiği kişinin kimliğini, yaşayışını belirliyor der. Fakat kadın oluş konusunda Deleuze ve Guattari’nin fikirleri Lacan’la çatışır. Belma Fırat’ın öyküleri psikanalizle psikanalize inanmayan iki görüşün gerilimini taşıyor.
Öyküde anne gibiliğe soyunan Ece, çizmeleriyle Çağlar’a cenneti değil cehennemi vaat eder. Çünkü cennet masalı/miti değil, yeryüzündeki cehennemdir gerçeklik. Çağlar arzularıla başı dertte, dolayısıyla cehennemdedir. Cennete varması için cehennemi Ece’nin ayağının altında yaşar. Kendisiyle, erkekliğiyle, kadına bakışıyla, anneye yüklediği anlamla boğuşmalı, gerekirse boğulmalıdır. Diğer bir anlatımla Çağlar’a tuhaf yaklaşımıyla annelik eden Ece, Melanie Klein’ın tarifiyle kötü memedir.
“…kesiyor Çağlar’ın nefesini; ölümün kıyısına götürüp getiriyor, babayı boğuyor, evi yakıyor, alaşağı ediyor hukuku bütünüyle.” (Bugün Anne Gibi Değilim, s.13)
Erkek aklın sembolüyse oluş kadında başlar. Oluş olanın aksine statik değil, sürekli değişen. Oluşun sürmesi için hiyerarşiyi reddeden çoklu birlikteliklerden bahseder Deleuze. Bu yüzden kadın da erkek de oluşu deneyimlemeli. Ece, Çağlar’ın öğrenilmiş erkekliği unutması için ezber bozuyor. Fırat, Ece karakteriyle sıra dışı bir kadın yaratıyor. Ece tarihsellikle kanıtlanmaya çalışılan kadınlık ve erkeklik hallerini tersyüz ediyor. Tarihin iliklerimize kadar işlediği erkin karşısına kendince karşı çıkmakta, Çağlar’la birlikte kendisini kurtarmaya çalışmakta sanki. Öyküye Benjamin koyuyor noktayı.
“Geri dön! Her şey affedildi!”
Benjamin’in koyduğu nokta öyküde anlatılmayan boşluğu anlamaya yardım ediyor: “Hiçbir zaman telafi edemeyeceğimiz bir şey vardır: On beşimizdeyken evden kaçmamış olmak. Sonradan anlarız: Sokakta geçirilen kırk sekiz saat, tıpkı alkalik çökeltide olduğu gibi, mutluluğun kristalini yaratır.”(2)
“Bir Tuvalet Hikayesi”nde de yine tarihsel olaylara değinir yazar. Tuvalette ölmüş babasının doğum gününü kutlar anlatıcı. Belma Fırat, bol simgeli bir öykü koyuyor kısa öyküsünde. Türkiye’de pek çok yaşanmışlığa da değinerek iktidara karşı bireysel direniş kurguluyor.
“Üç Kamyoncu” öyküsünde de merhametiyle övünen erkekliğe dokunur. Arzulamak erkeğe ait denirse, arzularına gem vurmak yine erkeğe haiz bir erdem sayılır. Belma Fırat erdemli görünme haliyle kadının arzusunu yok saymayı karşı karşıya getiriyor.
“Hayat Ağacı” öyküsü her şeyi anlatıyor gibi görünen ama postal giyme, dağa çıkma simgeleriyle birlikte farklı boyutlara açılıyor. “Kulaktan Kulağa” utanç duygusuyla yüzleşmeyi anlatıyor. “Kırmızı” öyküsündeyse kadına şiddeti, kıskançlığı, mazoşizmi, isyanı iç içe okuyoruz.
“Mine” öyküsüyse kitabın anlamı çoğul en güçlüsü bana göre. Suçluluk duygusuyla geçmişi unutmanın sonucu başka birine dönüşmek mi? Üstelik olageldiğin halinin karşısına yerleşmek mi? İki halini bilen bir adamın bu farklılık karşısındaki çözülüşü. “Mine” okurda uzunca süre devam eden bir öykü.
Epikle başlayan kitap aynı biçimde sonlanıyor. Belma Fırat gerçekliği simgelerle bezese de, kişilerini olağandışılaştırarak kursa da, gündelik yaşamın uzağından gündeliğe baksa da, öykünün anlatmama tercihine tutunsa da, yazdıklarının epik kadar gerçeğe yakın olduğunu gösteriyor. İlk iki kitabına kıyasla öyküleme açısından yazarın en güçlü kitabı Bugün Anne Gibi Değilim.
Kadınlar Günü de yanımızdayken, bugün değilse bile bir gün kadınlığın üstündeki tüm sıfatları attığı günler için aynaya bakmak isteyenlere…
- Félix Guattari, Moleküler Devrim
- Walter Bbenjamin, Son Bakışta Aşk
Arzu Eylem – edebiyathaber.net (9 Mart 2018)