“Böyle küçük şeylerin ne önemi vardı!”
Kaçıncı düştü bu, sormadın.
Avunçlu bekleyişlerin gölgesindeydi duyguların. Zaman esintileri almıştı bakışlarınızdaki yorgunluğu. Kentin alacakaranlığı ise anlatıyordu asıl örselenenlerin ne olduğunu.
Adlandırmak nafileydi. Yıkıntılardan geçiyordunuz gün gün. Suskunluk örtüsünü aralayan bir görüntü ilişmişti gözünüze.
Yitirilen söze kavuşmuşçasına dönmüştü bakışlarınız ona. Umutlanış vardı, bekleyişlerin yaşattığı ayrılıkları ortadan kaldıran yakınlık… Sesin sese ulaşması gibiydi bu kararlı sözün çağrısı.
Sonra, unutulanları hatırlıyordunuz hep birlikte.
Kenti kendine döndüren ne varsa orada dillendiriliyordu. İşte insanın insana gitme öyküsü de buradan başlıyordu. Unutulanları hatırlamak, yok sayılanları görüp bilmek…
Göz göze olmak dokunmaktı, biliyordun. Tıpkı o sesin sese kavuşması gibiydi onun çınıltısı… Uzaktan gelendi, öteden, bir denizin iki kıyısındaydınız.
İkilikler vardı hayatınızda hep.
Dışarıda akıp duran zamanla içinizdeki zamanın çalar saatinin işaretlerini belirleyen de sanki buydu. Yönsüzlük değildi bu; adlandırılan Doğu-Batı olsa da, Kuzey’le Güney’i anmamak niyeydi? Bu da ergenlik düşlerinizin sorgusuydu hep. Bir ülke, bir coğrafya her yönüyle tanımlanmaz mıydı?
Peki kimdi gece düşlerini bölen, gündüzünüzü karartan…
İnsanın insandan, duyguyu gönülden ayırıp koparan; sonra buna da “imkânsız” diyen…
“Sorgula ki, yalnız kalmayasın,” dememiş miydi lisedeki felsefe öğretmenin?
-Aşk da böyle değil midir, diye yazmıştın ödünç aldığın matematik defterinin bir yerine.
Sözü saklı kılmıştın, ansızın görülünce düşünülsün diye. Çok da uzatmamıştın giden sözünü.
Düşlengez olup çıkmıştın onunla.
Yolu gözlenen olmayı öğrenmiştin ondan, daha birçok şeyi. Acıyı örneğin, kavuşmanın tadını… Uzaklığı ve mesafeleri… Başka göklerde olmanın ezincini… Sonra bakışsız kalmayı öğretmişti sana. Ayrı ayrı örtülerde rüyalara dalmayı…
“Al oku,” diyerek, “Bir Delikanlının Romanı”nı tutuşturmuştu eline. Bir yaşam dönemecindeydiniz. Dalgınlığını dertlerine verirdin. O da seni “hercaisin” diye tanımlardı. Ne dersen itirazını bayraklaştıran bir yanı vardı. Sevecenliğini almıştı zaman. Aranızda koygun bilinmezlik örtüleri vardı.
Yakın duruşlarınıza gölge düşüren zaman onun kendi zamanıydı.
Gönlünde en derin yerde olduğunu anlatmayı istedikçe uzaklaşıyordu.
Elem gibiydi gözleri. Bakışlarına sinen bunun rengiydi. Tutup yazmıştın da bunları ona. “Destancı olmalısın,” deyip çıkmıştı! Başka zamanların diliyle konuşuyordu hep.
Issızlıktı bir yanı, sözsüzlük bazen.
Sevdiğini sanırken, sevmemeyi de öğretiyordu sana.
Her ikisini doğrulayan sözler ederken, kaçışlarına yeni sözler arıyordu. İşte bu ânlarda ülkenin alacakaranlığından söz edip duruyordu, “ ben de böyleyim,” diyerek.
Bazen, buna, “benlik huzursuzluğu” dediği de olurdu.
Kendi ikliminden bahar yaratırdın. O ise kışa hazırlardı hep kendini. Gitmelerde gözü karaydı. Unutmalarda ıssız çöl.
Bir dil kurmanın yurduna düştüm sanırken, yanıltmayı severdi.
Aysızdı gecesi, gündüzünü sakınırdı hep; ara zamanların bekçisi kılardı gönlünü.
Gönül algını biriydi, farkında olmadan soldururdu bahçeni.
Tam da ‘yaşamaya başlıyoruz’ derken; giden söze dönüşürdü.
Kendi yıldızlarını çoğaltırdı, inandırırdı yüzü kendine dönük olanlara.
Yaşamak bir ândı, bir nefes gibiydi ona.
Dil cengine yatırırdı seni böyle zamanlarda.
“Ol esrar-ı berduş zamane divanesiyiz,” dercesine giderdi. Kurtuluş şenliği vardı gülüşlerinde. Ezginliğini örterdi bununla.
Ne kendi olmayı, ne de kendinde oldurmayı severdi.
-Bırak yansın içinin aleviyle gün, başlayan söz gitsin dokunsun umursamayan bakışlara… Bunu yazdığında iki kaşının arasına; “Delisin sen, hadi söyle bana o zaman Huma Kuşu türkünü, azat edeyim seni bu sevdadan,” diyerek duvarlarını örmüştü gene buluştuğunuz kıyıda.
Onu hatırladığın zamanın örtülerini kaldırmak nafile, iki kıyıyı geçmek de öyle.
Siz sırlayın duvarlarınızı.
İstenmeyen günü başlatmanın anlamı yok. Bırak perdesiz kalsın pencereler. Kilit yalnızca kapılara asılmıyor.
“Böyle küçük şeylerle uğraşmayalım gelin, aşk bizi örgütlemeye hiç mi hiç yetmez,” duvarlarda kalan sözüydü…
Feridun Andaç – edebiyathaber.net (21 Mayıs 2019)