Söyleşi: Can Öktemer
Giray Kemer, bundan iki sene önce İletişim Yayınları tarafından yayınlanan ilk kitabı Olaylar Boksörün Pazı Sarmasını Yemesiyle Başladı kitabıyla edebiyat arenasına hızlı bir giriş yapmıştı. Giray Kemer, ilk kitabında kariyeri başarısızlıklarla dolu bir boksörün hikayesini anlatmıştı. Yazar arayı çok açmadan bu sefer Ses Veriyorum‘la okuyucunun karşısına çıktı. Ses Veriyorum aynı evi paylaşan iki arkadaşın hikayesi. Ankara yine başrolde, dostluk, aşk, geçmişin hayaletleri ve pişmanlıklar hikayenin ana istikameti. Fonda ise ilk kitapta olduğu gibi nefis müzikler eşlik ediyor. Giray Kemer’le son kitabı Ses Veriyorum’u Ankara’yı, dostluğu ve 90 kuşağının halet-i ruhiyesini konuştuk.
Klasik bir soruyla başlayalım dilerseniz. Ses Veriyorum’un oluşum süreci nasıl başladı?
Olaylar Boksörün Pazı Sarmasını Yemesiyle Başladı süresince hiç bir şey düşünmemiştim. İlk kitapta kitap yazdığını bile anlamıyor insan. Büyük bir yayınevinden çıkıyor, yaşınız genç… Heyecanlıydım açıkçası. Olanı biteni ne yapmam gerektiğini falan pek bilmiyordum. Hala da çok iyi bildiğim söylenemez zaten. Yazmak çok kişisel bir iş. Çok sık fikriniz değişiyor. Bir gün beğendiğinizden bir gün nefret etmekle geçiyor süreç kendi içinde.
Ses Veriyorum’da hikayesini dinlediğimiz Avukat ve Burak, orta sınıf dertleri olan, daha kentli karakterler. Bu tercih sebebiniz neydi?
Çünkü bir avukat hikâyesi anlatıyordum. Anlattığım hikâyede avukatın içki içen küçük burjuva sıkıntıları olan bir karakter olması lazımdı. Günümüzden bahsediyoruz. Devrimci bir avukat olamazdı. Devrimci bir avukatın aşağı yukarı nasıl bir hayat sürdüğünü arkadaşlarımdan biliyorum. Öyle kendini kaybedecek kadar içemezsin, geniş geniş gezemezsin. Gece bir anda telefon çalar TEM’e gitmek durumunda kalırsın. Oradakilerle çatır çatır kavga edebilecek durumda olmak lazım. Zaten metne öyle mermer büst gibi bir adam da koymak istemem açıkçası. Hatası, zaafı, tutarsızlığı, iradesizliğiyle daha gerçek karakterler ilgimi çekmiştir hep.
Avukat ve Burak’ın hayatla kurdukları ilginç bir ilişki biçimi var. Hayatı yavaşlatarak yaşıyorlar, ağırlar, zamanı yavaşlatmışlar sanki… Ankara ve sakinlik ilişkisi de çok sık dillendirilen bir kavram. Karakterlerin bu halleri biraz da şehrin yaratmış olduğu bir durum mu?
Ankara ve İstanbul arasında öyle bir fark var. Biz yürüyen merdivende yürümeyiz mesela. Onlar yürüyorlar. Metroya koşuyorlar filan. Bana çok garip geliyor. Önemli bir işim varsa bir saat önceden çıkıyorum evden. Çok zor değil yani. Nefret ederim koşturmaktan ucu ucuna yetişme stresinden, geç kalmaktan filan. Zaten tembellik hakkı, sakinlik, yavaşlık kendi adıma çok önemsediğim, hayatımı üzerine bina ettiğim şeyler. O yüzden kendime dair şeylerin yansıması da Ankara’nın hissiyatı da olabilir.
Son zamanlarda Barış Bıçakçı’nın kitaplarının da etkisiyle olsa gerek; biraz romantize edilmiş Ankara hikayeleriyle karşılaşır olduk. Ses Veriyorum’da böyle bir durum yok sanki; griliğini, sıkıcılığı saklamayan bir Ankara anlatısı var karşımızda.
Bazen buraya baktığım zaman: “güzel değilsin ama sempatiksin lan Ankara” diyesim geliyor. Aslında Ankara’yla ilgili bu durum çok yeni. İnsanlar yeni yeni konuşuyorlar burayı. İstanbul’la alakalı uzun yıllardır konuşuluyor. Konuşulacak da elbette. Bizim burada başka bir damar var. Yıllarca taşra edebiyatı denmiş. Şimdi yeni bir isim aranıyor. Daha adını da bulamadı bence. Zaman içerisinde belki bulur. Hikâyeler birikmiş. Yavaş yavaş anlatılmaya başlanıyor diyelim. Yıllarca abilerimizden dinledik. “İşte şu kahvede Ulus Baker otururmuş. Hacettepe tayfası şuradaymış, Mülkiyede boks mühimmiş. Sağcının en iyisiyle solcunun en iyisi kapışırlarmış” Barış Bıçakçı elbette bir yol açtı, farklı bir şey yaptı. Gündeliği, kişisel hikayeleri anlattı. Sonra Emrah Serbes geldi ‘Erken Kaybedenler’ diye bir şey yazdı. Bizim jenerasyona şerh koydu. Böyle böyle birikerek ilerleyecek sanırım.
Ankara ve dostluk meselesine girelim isterseniz. Son dönem Ankara hikayelerinde öne çıkan hususlardan bir tanesi de sıkı dostluklar oldu. Kitapta da Burak ve Avukat aynı zamanda sıkı dostlar sen nasıl değerlendirirsin onların dostluklarını?
Burak ve Avukat arasındaki ilişki biraz da gönüllü hiyerarşiye dayalı. Burada birbirlerini yakalıyorlar, dengeliyorlar. Avukatın gözünden Burak, bu sefer kendisini terk etmeyecek gibi biri. Burak’ın gözünden Avukat ise işte kira vermeyeceğim bir evde oturacağım, zorda kalırsam bana abilik yapar diye görüyor. Onların ilişkisi bir taraftan çok bencilce gözükebilir. Diğer taraftan onların ilişkisin çok duygusal bir tarafı da var; birbirlerine omuz vermişler, sıkı arkadaşlar.
Karakterlerin bu yakın ilişkisi ister istemez Bizim Büyük Çaresizliğimiz’deki Ender ve Çetin’i hatırlattı…
Onlar denkti, beraber büyümüşlerdi çok yakın arkadaşlardı. Barış Bıçakçı da söylemişti “aşk denkler arasında yaşanır.” Burada ama hiç bir denklik yok tamamen hiyerarşi var. Avukat abilik yapıyor ona esasında. Bunu da diğeri kabul ediyor. Biraz da üniversitede yaşanan öğrenci evlerine benziyor onların durumu.
Gezi’den sonra bir söz patlaması olmuştu. Bunun yansıması da edebiyat dergileri furyası olarak geri döndü. Lakin bu dergilerin içeriklerine baktığımız zaman 80 öncesi Türkiye edebiyatında gördüğümüz “tutunamama”, “kaybetme” gibi kavramların öne çıktığı, bir tür mağlubiyet hissine yakın bir durum var. Bu karakterler de biraz mırıldanarak konuşan, sessiz karakterler. Siz ne demek istersiniz bu konu hakkında?
Karakterlerin durumu biraz mizaçla alakalı. Benim kitaplar özelinde bu adamlar Gezi zamanında da öncesinde de bağırarak konuşmayan tiplerdir bence. Mesela Burak, Gezi zamanı yazılama yapmamıştır, hatta sokağa bile çıkmamıştır. İlk birkaç gün gitmiştir, çok gaz var diye ertesi gün evden çıkmamıştır, tweet atmıştır. Avukat mesela en fazla bir iki gün TEM’e gitmiş tanışların ifadesine girmiştir filan… Bu adamlar politik adamlar değil, kendi dertleriyle uğraşan, küçük burjuva tipler. Dergilere gelirsek çok katı olmamak lazım; belli noktalarda benim de öfkelendiğim, samimiyetsiz bulduğum işler oluyor ama beri yandan bu dergiler sayesinde yazar tanıyan, kitap alıp okuyanlar da var pekala.
Yine dergilerden hareketle gidersek, son dönem edebiyatta dikkat çeken bir başka husus ise kaybetme romantizmi ve tutunamama romantizmi üzerine. Bu “şerefli mağlubiyetler” hissiyatı için ne demek istersiniz?
Bence kaybetme ve tutunma daha doğrusu tutunamama mevzusu üzerine bir süre susmak lazım. Kendimi de katarak söylüyorum. Kolay bir damardır. Konforlu alandır, bilindiktir, herkesi yakalar, insanlar kendinden bir şeyler bulur diye bu tarz metinlerde bir birikme oldu. Bunu kabul etmeliyiz. Politika özelindeyse 12 Eylül dönemini aşan bir pespayelikle karşılaştığımızdan artık iyice yakınlaştık bence. 68’lilerin 78’lilerin “siz ne gördünüz ne bilirsiniz ki” diye esip gürlediği bizim de öfkelendiğimiz günleri özledim. Ankara’nın politikadan beslenmiş yahut aksine yaratmaktan imtina eder duruma gelmiş bir kuşağı bir damarı var zaten. Süreç bizi birbirimize daha da yakınlaştırdı. Şehirlerin belleği böyle böyle oluşuyor belki de… Birbirimize sarılmamız birlikte üretmemiz gerekiyor olabilir. Buralarda da Ankara bize yardım eder. Aranda 20-30 yaş fark olan biriyle belki İstanbul’da orak payda bulamazsın ama biz burada pekala dost olabiliyoruz.
Yine son dönem dünya edebiyatında da dikkat çekilen bir husus da az tasvirle, lafı dolandırmadan direkt söze girme eğilimi var. Bu durumu minimal edebiyat olarak da tanımlayanlar var. Yine son dönemin önemli yazarlarından Zambra da böyle yazıyor. Bu durum sosyal medyanın bir getirisi mi sizce? Okuma ve yazma alışkanlığımız mı değişiyor?
Kesinlikle. Şu anda bir nehir roman yazmak gerçekçi değil bence. Atıyorum adam 15 sayfa boyunca Tunalı tasvir etmiş, sen gidiyorsun oranın fotoğrafını çekiyorsun, İnstagram’a koyuyorsun… Bence şiirin de en büyük sıkıntısı o. Messenger’ın, Whatsapp’ın olduğu yerde ne şiirinden bahsedebilirsin. Yeni kelimeler sokmanın çok zor olduğu muhafazakar bir alan. İyisi istisna. Gerçi “bu tüm sanat dalları için böyle” zaten denebilir. Doğrudur. Yöntem değiştirmek, yeni kelimeler, bakış açıları katmak gerek mecburen. Sıkılan adamı Dostoyevski de anlatıyor, Kafka da… Ama Zambra geliyor “İnter-Reggina maçı izliyordum” diyor. Daha ne kadar sıkılabilirsin ki; adam İnter-Reggina maçı izliyor. Zambra bu anlamda çok büyük iş yapmış bence.
Yine son yıllarda nostalji ve 90’larda çocuk olma kavramlarını sıklıkla işitir olduk. Ses Veriyorum’da da karakterler sürekli geçmişi hatırlıyorlar. Özellikle o dönemlere ait belleklerinde en çok futbol kalmış gibi, dönemin ünlü futbolcuları Boliç’e, Kubilay’a dair hoş örnekler var kitapta. Bu nostalji hissiyatı için neler söylemek istersiniz?
90’larda çocuk olmak bir dönemin temel geyiği oldu ama o kadar da abartılacak bir şey değil esasında. Hagi hariç! O bambaşkaydı! Hasbel kader burada ve hasbel kader o tarihlerde doğduk. Bunlar övünülecek şeyler değil elbette. Bu kadar dillendirilmesinin sebebi şu an içerisinde yaşadığımız cehennem olsa gerek. 2017 yılında insanlar ciddi ciddi diktatörlükle yönetilip yönetilmememiz gerektiğini tartışıyor. Hal böyle olunca evde oturulup Levent Kırca’nın jet ski esprilerine güldüğümüz günler elbette özlemle anılıyor.
Pazı Sarması’nda da dikkat çeken bir mevzu kitaptaki müziklerdi. Ses Veriyorum’da da müzik başrolde. Kitaplarda müzik kullanımına pek denk gelmiyoruz? Sizin bu tercihiniz nasıl şekillendi?
Başta söylediğim gibi yazmak çok kişisel bir iş. Oyun oynamak, yalan söylemek, hikaye anlatmak, bir buluşu dillendirmek… Ses Veriyorum’u bu şekilde kullanmaya karar verdim. O buluş üzerine yoğunlaştım temelde. Müziği çok seviyorum, çok da önemsiyorum. O yüzden benimle ilgili her şeyde olduğu gibi metnin içinde de ister istemez oluyor.
Son olarak bundan sonra ne yapmayı planlıyorsunuz?
Belli bir konsept içerisinde kalmak bir yanıyla kolaylık sağlıyorken diğer yanıyla da tek konuya sıkıştırıyor. Bu konu tutarlı olmanın zor olduğu ve oldukça sık fikir değiştirilen bir şey ama yine de en azından şimdilik az evvel bahsettiğim gibi tematik bir bütünlüğü olmayan şimdiye kadar yazdıklarımdan farklı bir şey yazmak bunu da mümkünse öyküyle yapmak istiyorum.
Can Öktemer – edebiyathaber.net (1 Mart 2017)