Hürer Ebeoğlu’nun geçtiğimiz Şubat’ta Bilgi Yayınevi’nden çıkan romanı Tanrı’nın Karalama Defteri yetmiş altı yaşındaki emekli öğretmen Zübeyir Bey’in çevresinde gelişen olayları anlatıyor.
On sekiz yıl önce ölen eşi Mevhibe’nin eşyalarıyla nefes alıp veriyor Zübeyir. Yitirdiği eşinin hasretini çekerken bir yandan da sokaktan geçen yirmili yaşlarındaki kadınlara arsızca bakmaktan geri durmuyor. Bedensel ihtiyaçlarını karşılayacak güçte fakat yaşamına dair diğer her şey geçmişe gömülü. İrili ufaklı komşularıyla gerçek ilişkiler yürütemiyor. Misafirlikten de hiç hoşlanmıyor. Özellikle eşini kaybettikten sonra böyle bu. Onu sevdiklerinden ayıran dönüm noktası olayların görüntülerden birtakım simgeler oluşturmuş. Bunları her Allah’ın günü belleğinde parçalara ayırıp yeniden kuruyor. Dünyası simgelere dönüşmekle kalmamış, tanıdığı insanlar da tüm absürtlükleriyle sabit mekânlara sıkışmışlar; neredeyse hiçbir işlevleri yok. Hal böyleyken kahramanımız bir gün kapısının önünde sarı bir zarf buluyor. Yazdığı roman taslaklarındaki bilmecelere benzer bir heyecana kapılıyor Zübeyir ve zarfı bırakanın peşine takılayım derken -kimi tesadüfler sonucu edindiği ipuçlarını takip ederek- son derece tuhaf bir yolculuğa çıkıyor.
Boşluğa düşmekten korkmak, boş işlerle uğraşmak
Yazar, anlatı içinde, Zübeyir’in bilinçaltında gömülü duran ve ona azap çektiren bitimsiz gizemini iyi saklıyor. Bu gizemi ancak perde kapanmak üzereyken gösteriyor. Tam da bu nedenle, roman boyunca karşılaştığımız tüm tuhaflıklar birer soru işareti olup arka arkaya diziliyorlar ve uzun süre öyle kalıyorlar. Olan bitenlere biz de katılıyoruz ama arada bir duraksıyoruz. Çünkü ne Zübeyir hakkında; ne de oturduğu semtin sakinleri hakkında, onların benlikleri hakkında edindiğimiz bilgiler yeterli. Bu durum Zübeyir’in ilişkilerinin yüzeyselliğinden kaynaklanıyor. Yine de tüm bu insanların iş edindikleri o döngüsel, tuhaf eylemleri gündelik hayattaki yoksunluklara (yalnızlık, sevgisizleşme vb.) yazarın getirdiği güçlü bir vurguyu içeriyor. Kimse bir başkasıyla doyurucu, nitelikli ilişkiler geliştiremiyor. Ölümden korkuyorlar; boşlukta yaşarken boşluktan korkuyorlar, boş işlerle uğraşıp duruyorlar.
Roman boyunca Zübeyir’in bilincinin (veya bilinçsizliğinin) içinde, çevresinde, kenarlarında dolanıyoruz. Bazen biraz uzaklaşıyoruz fakat sonra hemen geri geliyoruz. Yazar arada bir kendini hatırlatıyor; düzeltmeler, eklemeler, açıklamalar yapıyor. Yine de belirtmeliyim ki, kitabı okurken bilim insanlarının beynin faaliyetleri üzerine yürüttüğü güncel çalışmalara da yer verilseydi dedim kendi kendime: Bu sayede, iyi edebiyatın bize öteden beri gösterdiği uçsuz bucaksızlığımıza etkileyici bir başka bakışı yakalayabilirdik.
Sürekli oluş halindeyiz
Sevgi içimizde tinselliğimize dair bir alan yaratır. O alanda özgürlükler yeşerir. Herhangi bir koşula bağlı olmaksızın sevmek ve sevilmek, biricikliğimizi duyumsatır da. Yoksa insan başka türlü nasıl kendini değerli hissedebilir? Yaşamına yön verecek anlarda kişisel iradesini çekinmeden nasıl açığa vurabilir? Fakat sevebilmek, sevilebilmek için bile belirli bir gelir garantisiyle, yaşam standartlarımızın süreğenliğine dair az çok bir güven duygusuyla sarmalanmamız gerekir. Bu dünyada ilelebet mutlu olamayız. Ancak kendimizi bilirsek, kendimizi ve ötekiler anlama çabalarımızdan vazgeçmezsek yaşamımız bütünlüğe, esenliğe doğru ilerleyebilir. Ne yazık ki Zübeyir sevgiye dayalı ilişkilerini ve bunların sıcaklığını çoktan kaybetmiş. Öylesine yalnız ki saatler saatleri, günler günleri tekrarlayıp duruyor. Belki de romanın son kertede bize yönelttiği başat sorular şunlar: Kayıplarımız çok büyükse yaşam anlamını yitirir mi? Yaşlılık, gerçekten de peşinde koşabileceğimiz amaçlar edinme hevesinin sonu mudur?
Bazen bir roman kahramanın başına gelenler bolca uyarı içerebilir. Hatta kendi yaşamlarımızın şu ya da bu yanına dikkat kesileceğimiz tuhaflıkları görmemizi sağlayabilir. Nitekim deneyimlerimiz son derece bireyseldir ve bize özgürlük alanlarımızı genişletebileceğimiz yeni öğrenme kanalları açar. Tanrı’nın Karalama Defteri’nde oluşum, gelişim, dönüşüm halindeki bireylere pek rastlamıyoruz. Hayat kodlanmış gibi. Belirliliklerin, sınırlılıkların dışına çıkmaya çalışanların da sonu pek hayırlı değil. Hal ve gidişata dair -dışsal faktörler sayesinde tesadüfen- edinilen şüpheler ancak larva halindeler ve bu halleriyle de karakterler kendi potansiyellerini harekete geçiremiyorlar. Murtaza ve Zübeyir gibi sorgulamayı birazcık ileriye taşımaya meyilli kişilerde bile sabit bir inanca saplanıp kalma, bir kilitlenme hali mevcut.
Ebeoğlu’nun önümüze serdiği bu ürkütücü manzara hayata bağlanmamızı sağlayan temel gereksinimlerimizi yeniden hatırlatıyor aslında. Zira yaşamak dediğimiz şey, her gün yeniden başlayabilme hevesimizi koruyabilmek demek. Değişebilmek, dönüşebilmek demek. Tek tek her birimiz değerliyiz ve sürekli oluş halindeyiz. Yaşımız kaça dayanırsa dayansın, zamanımızın önemli bir kısmını kişisel mutluluğumuzu artırmaya adama hakkımız var. Zihinsel gelişimimizi dizginlemeyecek iş ortamlarına kavuşma hakkımız var. Yeteneklerimizi, kişisel becerilerimizi gönlümüze göre çeşitlendirebilmeye de. Çünkü ancak o vakit insanca, pek insanca bir yaşam sürebiliriz.
Ek bilgi:
Yeri gelmişken sevdiklerini yitirmenin veya tekdüze bir yaşamın insanda yol açtığı boşluğu anlatan iki önemli Japon filmini izleyin derim. Bunlardan ilki 1964 yapımı, Hiroshi Teshigahara imzalı Woman in the Dunes; diğeri çok yeni 2021 yapımı, Ryusuke Hamaguchi imzalı Drive My Car. Hatta ikincisi geçtiğimiz günlerde yabancı dilde en iyi film Oscar’ını kaptı biliyorsunuz.
Ayrıca yukarıda bahsettiğimiz temaları etraflıca düşünüp değerlendirmek isteyenlere ilk anda aklıma gelen birkaç eseri de sıralayayım. İyi okumalar dileğiyle birlikte elbette:
Proust Bir Sinirbilimciydi, Jonah Lehrer,
Tatar Çölü, Dino Buzzati,
Hep Aşka Dair, bell hooks,
Sevme Sanatı, Erich Fromm.
edebiyathaber.net (7 Nisan 2022)