Sıklıkla dönüp okuduğum kitaplardan birisi Jean-Luc Nancy’nin “Gitmek/Yola Çıkış” adlı kitabı. Kitap, Murat Erşen çevirisi ile Monokl Yayınları tarafından basılmıştı. Nancy, kitapta özellikle “gitmek” fiili ve onunla ilişkili kelimeler üzerine yoğun bir düşünme ve tartışma sunuyor; “Gidiyorum” demenin öylesine bir anlamı olmadığını, gitmenin farklı farklı sebeplerini, bıraktığı duygusal çağrışımları, ortaya çıkan belirsizliği çarpıcı bir şekilde dile getiriyor.
Nancy; “gitmek daima bölünmektir. Sadece ayrıldığımız yer ile gittiğimiz yer arasında bölünme değil, bizzat biz de bölünürüz parçalara ayrılırız” diyor. Bunun üzerine düşündüğümüzde gerçekten öyle değil midir? Bir yerden ayrıldığımızda ya da “gittiğimizde” bir parçamız hep geride kalır. Çünkü geçmişimizi de bir bakıma kendimizle birlikte götürürüz, geride bırakamayız. Gitmenin aslında hep bir hüznü vardır bu sebeple ve bu hüzün belki de Nancy’nin bahsettiği bölünme ile ilgilidir. Bir yerden ayrıldığımızda hele ki zorunlu bir ayrılıksa bu belki bir daha hiç tam olamayız. Çünkü bedensel bütünlüğümüzü korusak bile ruhen veya duygusal anlamda bir parçamız artık bizimle değildir.
Gidişlerin acı verdiği çok durum vardır yaşamda. Nancy bu konuda taşınmak zorunda kalan çocukları örneklemiş. Bunu yaşayan çocuk için eski mahallesinden, arkadaşından ayrılmanın acı verici bir gidişe karşılık geleceğine dikkat çekmiş. Acı verici gidişlere “zorla göç” etmek zorunda kalanlar ya da sürgünler de önemli örnekler bana kalırsa. Savaş, kıtlık, afet, yangın, işsizlik veya siyasi sebeplerden dolayı bulunduğu yerden gitmek zorunda kalmış onca insan için de “gitmek” acı verici bir durumun karşılığıdır genellikle. Çünkü insan çok sıklıkla belirttiğimiz gibi unutamayan bir varlıktır ve kişi giderken belleğini de beraberinde götürür. Aynı zamanda bir parçasını, sevdiği insanları geride bırakır. Bu nedenle de Nancy’nin söylediği gibi “gidiş” parçalanmaya sebep olur.
Gitmek bir bakıma belirsizliktir, gidilen yerde ne ile karşılaşılacağı bir bilinmezlik içerir çünkü Nancy’nin de vurguladığı gibi: “Daima yabancı olana doğru gideriz ve bu yabancı her zaman en azından garip anlamda tuhaftır ve dahası tehditkârdır.” Bu durum sanırım özellikle acı veren bir gitme durumunda geçerlidir. Örneğin, ülkesinden sürgün edilen bir insan için geldiği yerde yabancılığı devamlı nükseden, hiç geçmeyen bir yara gibi olacaktır. Çünkü “yabancılık” çoğu zaman bulunulan yerin çoğunluğunun dışında kalmak ve bir tehdit olarak algılanmaktır. Çok uzağa gitmeden kendi toplumumuzda Suriyeli mültecilere takınılan tutumun da aslında bununla ilgili olduğunu söyleyebiliriz. Çünkü çoğunluğun algısı çok sık duyduğumuz şu cümlelerle yabancıya olan nefreti göz önüne getirir. “Suriyeliler geldi işimizi elimizden alacaklar, mahallemizde onları istemiyoruz.” Örnekler çoğaltılabilir işte böyle bir gidiş durumuyla karşılaşıldığında tüm “tuhaf” algıların odağında, bakışların gözetiminde bir varlık durumu ortaya çıkar ki gitmiş olmanın anlamı daha da acı verici bir boyuta taşınır.
Nancy’ye göre; canlılar arasında bitkisel olan en bağlı olandır. Çünkü bitkiler gidemezler, tırmanabilirler, göğe doğru çıkabilirler ama köklerinden ve kök saplarından toprağa sabitlenmişlerdir. Hayvanlar ise bir yerin herhangi bir bölgesinde bir yaşam alanına yani ekosisteme sahiptirler. Nancy, hayvanların seyahat etmediğine değinirken göçmen kuşların bile tanıdık bir yerden başka bir yere gittiğine dikkat çekiyor ve bu gidişin, gitmekten ibaret bir “göç” durumu olduğunu söylüyor. Oysa insanlar için durum böyle değil. İnsan doğal bir bağla sabitlenmemiştir ve gitmek çoğu zaman zorunlulukla yapılan bir eylem olmuştur onun için. Bundan dolayı, Nancy’e göre; insan için belli bir anlamda kökten, köklerini yeniden bulmaktan bahsetmek hatadır çünkü bizlerin kökü yoktur… Nancy’nin bu karşılaştırması elbette tartışılır bir yan da içeriyor. Özellikle gitmenin zorunlu olduğu durumlarda örneğin, bahsettiğimiz göç durumunu yaşamış insanlarla konuyu konuşursanız çoğunluğunda hep bir geri dönme umudu olduğunu görürsünüz. Genellikle bu durum yaşlılarda daha belirgindir. Benim bu konudaki yorumum aslında insanın da bir anlamda doğduğu, kendini ait hissettiği topraklara dönme umudu, “köklerine geri dönme isteği” olarak değerlendirilebilir. Buradaki “kök” metaforu önemli çünkü zorla göçe dair kitaplarda yapılan görüşmelerde çok sık rastlanılan şey geride kalan yere gönderme yapan “köklerimiz orada” şeklindeki söylemdir. Evet, insan bir bitki gibi doğal sabit değildir ancak zorla gitme durumunda yerinden zorla köklenmiş bir ağaç gibidir. Bu zorunluluk durumu köklerinin bir kısmını orada bırakmayı getirmiştir ve aslında o köklerle olan bağ hâlâ bir bitki gibi doğal bir durum olmasa da ilişkisel açıdan sabittir. Ama bu kesinlikli bir şey değil elbette kişiye, duruma, zamana, gidilen yere göre değişiklik gösterebilir.
Peki, gitmekten bu kadar söz ettik bir varış durumu söz konusu mudur? Nancy şöyle diyor; ama hakiki bir varış yoktur, sadece bir varış vardır, ama tek midir? Ölüyoruz ve eski bir özdeyiş der ki: “gitmek, biraz ölmektir; ölmekse tamamen gitmektir.” Yazara göre de; “gitmek biraz ölmektir” zira her gidişte acı duyarız, ıstırap yaşarız, bir şey kaybolur. Ölen kişi için gittiğini söylemek Nancy’nin düşüncesinde acıyı hafifletmek için yapılan bir söz oyunudur çünkü ölüm “dönüşsüzce” gitmektir. Bu nedenle baştan beri sözünü ettiğimiz gidiş değildir ölenin gidişi. O kaybolur ama giderken parçalanmaz, bölünmez yani bir parçasını ölümüyle birlikte taşıyamaz. Ve aslında gitmiş olmaz ama gerisinde kendisi ile ilgili birçok anı bırakır. Nancy’nin bu fikrinde öldükten sonra başka bir dünyanın da mümkün olmadığını düşünmesi yatıyor aslında çünkü onun düşüncesine göre dünya mümkün tüm yerlerin bütünü. O, bu nedenlerle olsa gerek ölümün bile bir varış içermediğini, insan için ulaşmanın mümkün ya da vaat edilmiş olmadığını bilebileceğimiz, bilmek zorunda olduğumuz bir gidişe ve yola çıkışa ayarlı olduğumuzu düşünüyor.
Nancy gitmeyi çok boyutlu değerlendiriyor baştan beri bahsettiğimiz gibi. Mesela ona göre sanat da bir tür “gitme” durumu sağlıyor. İnsan tarih öncesinden beri çeşitli ritüeller geliştiriyor dans ediyor, resim yapıyor, müzik dinliyor ve pek çok farklı sanatsal edim ortaya koyuyor. Bu konuda aslında kendisine hak vermek gerektiğini düşünüyorum. Çünkü pek çok sanatsal aktivite bir bakıma bize dünyanın sıkıntısından, buhranından gitmek için bir yol açıyor. Bir kitabın, filmin, bir tiyatro oyununun biz de yarattığı duygusal etkiyle sıkıntılardan bir süreliğine kurtulabiliyoruz. Yani bir anlamda “gidiyoruz.”
Nancy’nin “Gitme/Yola Çıkış” adlı kitabı bize “gitmek” üzerine düşünmenin çok farklı alternatiflerini sunuyor. Ve şunu anlıyoruz ki gitmek sadece gitmek eyleminin gerçekleştiği bir durum değil. Çoğu zaman zorunluluklarla ilişkili hüzünlü bir kelime. Ayrılmakla, kopmakla, bırakmakla, bırakılmakla ilişkili oldukça derin anlam yükleyebileceğimiz, her gidişte bir istasyonda hüznünün farkında olabileceğimiz bir eylem çünkü baştan beri belirttiğimiz gibi; “gitmek bölünmektir” ve dahası “gitmek biraz ölmektir.”
Emek Erez – edebiyathaber.net (29 Haziran 2016)