Bu sözü gezindirip duruyordum günlerdir. “Yeni dünya” keşfetmişçesine ortada gezinenlerin duruşları, söylemleri can sıkıcı ötesi. Hayatın her alanını kuşatan iğretilik/vasatlık içinden geçtiğimiz zamanın ruhu olmaya dönüştü nicedir… Pusuda bekleyenler, can havle, göç geri döndüğü gibi önde sıra kapmaya çalışanlar; kalemlerinin ucuyla akçe hesabı yapanlar göğümüzü satanlarla aynı hizada…
Ne umut ne umutsuzluk, ne sevinç ne keder… Ülkemin ve dünyanın kaotik hali bir kıyıda durup bakmayı dayanılır kılamıyordu ne yazık ki! Üzülmek ya da sevinmek ne mümkündü! Gene de, dayanılmaz olanları aşmak için çıkıp gittim kentten.
Denize ya da göğe kavuşmak için değil, insana ve doğaya dönmek istiyordum. Antik bir yerin izlerinde gezinmek, mitolojik dünyanın öykülerine dönmek; Anadolu’nun taşıdığı uygarlıkların anlamına biraz daha yakın durmak için Halikarnas Balıkçısı’nı da yol arkadaşı edinmiştim.
Canım Balıkçı, onun Anadolu’nun keşfine ilk adımda çıktığı bu antik kente gelince gördüklerimi Akdeniz günlüğüme şöyle not etmişim:
Bodrum Halikarnas Balıkçısı’nın ne kadar farkında?
“Akdeniz Ege’den Başlar”ı yazarken Halikarnas balıkçısı hep yanıbaşımda. Başka türlüsünü de düşünemem. Hem Ege, hem de Akdeniz’den söz edeceksiniz Balıkçı’ya yolunuz düşmeyecek!
Onu okumak yetmez, söz ettiği yerlere, antik mekânlara da yolculuklara çıkmanız kaçınılmaz. Ara ara ben de öyle yapıyorum. Bodrum’un bu ucuna, Turgutreis ve Gümüşlük yöresine gelmem, oradan Milas’a kadar uzanmam da bundan.
Yönümü onun yapıtlarına dönünce, kuşkusuz ilk uğrak yerim Bodrum, yani Halikarnassos.
Bu kez, Altıncı Kıta Akdeniz’de sözünü ettiklerineydi yolculuğum. Oysa yıllar var ki Halikarnas Balıkçısı ile al-verim sürüyor.
1972, Ötelerin Çocukları’yla demeli… Ama beni ona ilk götüren “Gündüzünü Kaybeden Kuş”tur asıl. “Miho, hâlâ gündüzünü arıyor ama bulamıyordu.” Bu sözünü belleğimde taşımamı zamanla daha iyi anlamıştım. O günlerde öyküde ne anlatılmak istediğinin metaforik yorumunu yapan bir yazı yazmamı ilgiyle karşılayan Türkçe öğretmenimiz Muharrem bey, Mavi Sürgün’ den söz etmişti. Balıkçı’yı tanımak bana lisedeki tarih ve edebiyat dersimizden daha anlamlı gelmişti. Onu okumak, neredeyse, bir yaşam felsefesine dönüşmüştü bende. “Mavi Anadolu” düşüncesini keşfedince, iz süre süre vardığım “Vedat Günyol okulu” bilmediğim kavşaklara çıkarmıştı beni. Azra Erhat, Sabahattin Eyuboğlu, İsmet Zeki Eyuboğlu ve Homeros…
Bu kez mevsimsiz bir yolculuktu yaptığım. Ona dair bir iz, bir söz bulur muyum diye bakınıp durdum çevreye. Oysa çevre, yer bambaşka bir dünyanın çekim odağına girmiş. Denize açılan bir tekneden gelen seslerin arasından kulağınızı tırmalayan şu sözler “Ankara’nın bağları da/ büklüm büklüm yolları/ne zaman sarhoş oldum da/kaldıramıyorum kollaları,” bu antik yerin dönüştüğü durumu, buraların yeni sahiplerini anlatmaya yetiyordu aslında.
Elimde Balıkçı’yı anlatan bir kitapta onun şu sözleriyle karşılaşıyorum:
“Her yaşayan insan hayatın askeridir. Ölüm var her zaman. Ölüm hayata sığıyor ama hayat ölümü aşıyor. Hayat doğadır. Çıkarcılar, başkasının üzerinden geçinenler, ölümün hayata karşı askeridir. Şimdi ne yapalım, doğaya karşı bir düşman var yani ölüm. Bu böyle. Ama doğa alt olmuyor. Anti-doğa beni öldürür, ama ben çocuklarımla aşarım ölümü. Çocuklarım olmazsa akrabam, sevdiklerim. Onlar da olmazsa insan var.”
Balıkçı’nın insana doğru yolculuğu içimi ısıtıyor gene de bu kirlenmeye, yozlaşmaya karşın…Doğaya gitmeli doğaya, diyorum…Antik yerlere, ören yerlerine, denize, Akdeniz’e, Ege’ye, Karadeniz’e gitmeli. Suyla hayat bulan yerlerin ikliminde yaşamalı. Yoksa bunca kir pastan nasıl arınırız?!
Benim çıktığım yolculuk da bir arınma yolculuğu aslında. Dönüp önümdeki Akdeniz’le ilgili denemeyi yazarken Halikarnas Balıkçısı’nda bulduğum, ondan öğrendiğim her şey beni/bizi biraz daha Akdenizli kılıyor demeliyim.(…)
Dönüşen yolcu
Gene de kaygılıydım ülkeme ve Ortadoğu’da yaşananlara karşı. Kaygılar çağında yaşadığımız kesin. Buradaki yerimiz/konumumuz da çok iç açıcı değil.
Ülkenin siyasetçilerini bazen anlamakta zorluk çekiyorum. Kendilerini birer kurtarıcı olarak görmeleri, her şeyi bilme savları, onlarsız ülkenin olamayacağı/batacağı hülyası topluma ve insanlara ayar verme safdilliği, dünyanın seyrine bakışlarındaki sığlık, yaşanan kördöğüşü ve ötekileştirme çabalarıyla toplumsal yarılmayı, kimlik dağınıklığını çoğaltma sevdası… Bütün bunların her birinin ardında yaratılan kaygı ortamının güvensizliği, korkusu, arayışı, çözülmeyle gelen belirsizliklerin sanrısı çatışmayla şiddeti besliyor bir yandan da. Dışarıdaki tehlike kadar içimizdeki tehlikenin de nerelere yansıdığını görmek için Antep’e gidip pekmezi orada yemeğe gerek yok.
Bir tür savaş çağı travmasını yaşıyoruz. Kıyıdan açılıp daha içlere gidince, ülkenin kültürel zenginliğini, toplumsal derinliğini gözleyince; bir arada yaşama kültürünün gücünü bize veren değerlerin ne denli yüksek olduğunu bir bir gözlüyorsunuz adeta. Yüzyıllardır taşınaduran bu çeşitlilik bir ânda kayıp gidemez, ama elbirliğiyle bunlara soysuzlaştırabiliriz, bunun ardına sürükleniyoruz sanki.
Halikarnas Balıkçısı’nın çağrısına kulak verirseniz; yaşadığınız yurt coğrafyasına sahip çıkmak için oranın bütün kültür değerlerini bilmek /anlamak/korumak, yaşatıp geleceğe, insanlığa taşımanız gerektiğini daha iye anlarsınız. Yıkarak, yok ederek bir yere varılamayacağı gerçeğini bize Ortadoğu’da yaşananlar göstermiyor mu bugün?
Peki bu siyasi bağnazlık, bu öfke, ayrımcılık niye? “Biz” ve “siz” arenası yaratarak öfke çadırları kurmanın ne faydası var bu ülkeye, insanlığa…
Unutmayalım ki yeni medya düzeni bölmenin, yozlaştırmanın, toplumsal çöküntü yaratmanın, bu kimlik dağınıklığını virüse dönüştürmenin bir mecrası bugün. Aldanma ve aldanışın tüm yolları oradan geçiyor.
Oysa insanlık tarihe ve doğaya dönüyor yüzünü sürekli, yerin ve mekânın dilini öğrenmeye, suyla gelen hayatın çeşitliliğine dönüyor yüzünü, kültürler kavşağında buluşmanın zenginliğine taşıyor kendini. Savaş, çatışma karanlık zamanların, bir tür mutasyona uğramış toplumların çıkmaz sokağı. Küresel kapitalizmin yarattığı yaygara söylemler bütün bu çatışmaları daha da derinleştiriyor.
Bu sıcak savaşın kültürel arenada da ne yaman bir kavgaya tutuştuğunu adımladığınız her yerde gözlüyorsunuz aslında. Tüketerek, yıkarak, dönüştürerek yok etmek… Doğayı ve tarihi birbirinden koparıp sığlaştırmak, antik dokuyu bozarak vahşi kapitalizmin emrine vermek… Suda filizlenen kültürleri kıraçlaştırmak… Sessiz bir göç dalgasıyla toplumun kılcal damarlarını kesmek…
Galiba, Halikarnas Balıkçısı ile çıktığım bu yolculuk bana, toplumdaki hiçleşme barınaklarının nasıl örüldüğünü de gösterdi adım adım.
Ama kaygıdan doğan korkuların ırmağına kapılmamak için doğaya ve tarihe dönmenin kaçınılmazlığını da anlattı bana Balıkçı.
Edebiyat neye yarar diyenlere bir çağrı; dönüp bir kez olsun Halikarnas Balıkçısı’na göz atarsanız, hem şu yukarıdaki söze bir anlam katarsınız hem de edebiyatın sizin için neden vazgeçilmez olabileceğine bir kez daha tanık olursunuz sevgili okurum.
Feridun Andaç – edebiyathaber.net (19 Ağustos 2014)