“Sizin hiç babanız öldü mü?/Benim bir kere öldü ve kör oldum” diye yazmış Cemal Süreya. Neyse ki ben hâlâ gözü açıklardanım. Tarifini bilmediğim bu acıyı henüz yaşamadım çok şükür. Baba, önemli bir kavramdır insanın hayatında. Zorlu yaşam koşullarında insanın sırtını dayayabileceği sağlam bir duvardır kimi zaman. Kimi zaman da gölgesinde nefesleneceği ulu bir çınar. Fırtınadan koruyacak bir liman, yağmurdan koruyacak bir şemsiye… Bazen ilişkiler mesafeli görünse de gözle görülemeyen bir yakınlık vardır aslında. Gizliden bir sevgi, derinden bir saygı. Özellikle erkek çocuklar için toplumumuzdaki yaygın kanı anneye yakın olduğudur. Oysaki yaşama dair her şeyi o mesafeli ilişkide öğrenir erkek çocuk. En yalın şekilde ve kestirmeden ifade etmek gerekirse, “adamlık” babadan öğrenilir.
Nereden çıktı şimdi bu aile içi ilişkiler diyorsanız yanıt vereyim. Andrew Clements’in “Gizemli Anahtarı”ndan. Paspasın altından sadece anahtar çıkmadı bu defa!
Bunun Adı Findel, Karne Oyunu, Sıradan Bir Çocuk romanlarıyla tanıdığımız Andrew Clements bu defa aile içi iletişim üzerine ve önyargılar üzerine düşündürüyor bizleri.
Hikâyenin görünen kısmı basit. Jack, babası ile aynı okulda olmaktan nefret ediyordu. Çünkü babası okulun hademesiydi ve bu da Jack için utanç verici bir durumdu. Hababam Sınıfı’nın Hafize Anası’nı anımsadınız değil mi? Hepimizin anasıydı o, nasıl unutulur! O serinin bir filminde o da yaşamıştı benzer bir durumu. Kızı okulda yan yana gelmek, birlikte görünmek istemiyordu. Ne çok üzülmüştüm tontişin durumuna. Jack de babasının bu durumunu kabullenemez ve ondan bir intikam almak ister. Tabi bu pisliği temizleyecek kişi babası hademe John’dan başkası olmayacaktır. Böylece babasından hıncını alabileceğini düşünür. Öfkesi bir nebze azalacaktır. Fakat işler hiç de umduğu gibi gitmez. Planı ters teper ve yarattığı pislikle birlikte daha birçok pisliği temizlemek zorunda kalır. Okulun pisliğini temizlerken içinin kirini de temizliyordur Jack. Bunun farkına bir anda varamasa da bu sürecin sonunda yol oraya varacaktır.
Olay, olaya bağlanırken merak duygunuzu yitirmiyorsunuz. İyi bir ritmi var kitabın. Yazarın anlatımının akıcılığı bir solukta okunmasını sağlıyor. Tabi Türkçeleştiren Mine Kazmaoğlu’nun da hakkını teslim etmek gerekiyor.
Anlatının sadece akıcılığı değil görselliği de ağır basıyor. Kitapta hiç resim olmamasına rağmen bitirip kapağını kapattığınızda kitap okumuş gibi değil de film izlemiş gibi hissedebilirsiniz. Yazarın satır aralarında okul kurumunun olumlu davranış yaratma konusundaki önemini de mesajladığını görebiliyoruz.
Şimdi gelelim Gizemli Anahtar’a! Bu anahtar nereyi açıyor dersiniz? Görünürde gizli bir tüneli açıyor gibi olsa da, sevginin yolunu açıyor bu anahtar. Finalde bunu okuyoruz. “… Helen Rankin’se mutfak eviyesinin oradaki pencerenin perdesini kenara çekip dışarı bakınca, kamyonetten inen iki oğlan gördü. İki erkek miydi yoksa? İkisi eve doğru gelirken, bir eliyle Jack’in sırt çantasını taşıyan John Rankin, ötekini kendini sakinleştirmek için oğlunun omuzuna koymuştu. Baba oğul dillerini çıkarıp kar tanelerini yakalamaya çalışıyor, kahkahalar atarken neredeyse düşecek gibi oluyorlardı. Helen bu görüntüden çok etkilendi. İlk göz ağrısı, küçük Jack’i, artık o kadar küçük gözükmüyordu. Her nasılsa büyümüş, olgunlaşmıştı. Ve eşi, en iyi arkadaşı, sevgili John’u ise, gençleşmiş, hafiflemiş gibiydi. Helen ne gördüğünün farkındaydı. Bu bir göz aldanması, duyduğu da geçici bir his değildi. Erkekler dünyasında olan şey, onlara özel, başkalarının anlayamayacağı bir şey değildi. Gördüğü şey, Helen’in çok iyi bildiği bir şeydi. Çok güzel ve kalıcı bir şeydi. Sevgiydi. Helen sıcak duygularla perdeyi yine kapattı…” (s. 163)
Bu kitabı okuduktan sonra önyargılarınız üzerine bir kere daha düşünün. Çevrenizdeki insanları sosyoekonomik durumlarını, konumlarını bir kenara bırakıp sadece kişilikleri üzerinden gözlemleyerek bir kere daha ele alın. Bakalım bir şeyler değişecek mi?
Yazının sonunda yine babalar ve çocukları arasındaki ilişkiye dönerek sözü Aylin Balboa’ya bırakacağım. “Belki Bir Gün Uçarız”dan…
“Ölülerin en kötü huyuysa konuşmamaları. Allah, keşke diyorum hiç olmazsa bu kadarını ayarlasaydı. Babaların sesi çok özleniyor.”
Mehmet Özçataloğlu – edebiyathaber.net (24 Ağustos 2015)