Gizliliğin bile gizlenmediği bir kitap: Uzun Yürüyüş | Mustafa Orman

Nisan 23, 2015

Gizliliğin bile gizlenmediği bir kitap: Uzun Yürüyüş | Mustafa Orman

uzun-yuruyus-701997-Front-1Eserin varolma gerçekliği, ancak okuyucunun gözleri ve ruhu arasına girebildiği noktada başlar. Eser okurla buluşmadan önce edilebilecek kişisel yorumlar ve eleştiriler bir yerde tutunabilecek ölçüde sıvanamaz ve sınanamaz. Çünkü her eserin de bir yalnızlığı vardır; binlerce baskısı yapılsa da eser bir tanedir, basılmadan önceki süreçte yalnızdır. Yapıtı elimize aldığımızda yazar çoktan yalnızlığın arasında sıyrılmış başka bir dünyaya yol almıştır. İlk on birde oyuna başlamış yazar artık yedeğe alınmıştır diyebiliriz. Her kitabı eline alan –oyunun kurallarına her ne kadar uymasa da- sahaya sürmüştür kendisini…

Uzun Yürüyüş, Ayhan Geçgin’in yarattığı karakterin kendine karşı kalabalık bir tribün oluşturduğunun kanıtıdır. Roman boyunca Gezi eylemlerinden Kürt sorununa, HES’lerden doğaya, savaştan kaçan Suriyelilerden çarpık yapılaşmaya, yol boyunca karşılaştığı insanlarla aralarında az da olsa geçen konuşmaların doğurduğu sadakatsizliğin minnet duygusuna; insanlık denen çerçevenin geçmişteki ve bugünkü durumunu çatışmalar içinde dizayn edip tıpasını gevşek tutarak yaşamın içindeki gerçekleri duyabilen, hissedebilen yanlarımıza sıçratabiliyor. Kendine çıktığı bu yolculuk karşısında sorduğu soruların dikiş izleri roman boyunca patlar kahramanın aklının ve kalbinin gövdesinde. Kendini alt etmenin ve kendinde fırlattığı sorularla diyalog oluşturması bizi felsefi sorunun damarlarında tutuyor. Kendini her şeyden koparma isteği, başka isteklere de yönlendirebilir, kuşatmasını çiviliyor.

Ayhan Geçgin’in Uzun Yürüyüş romanını sıradışı yapan, her gün gözümüzün önünde gerçekleşen, içimizde hep bir çıkış noktası arayışı içine girenlerin, Geçgin’in ilk kez denenerek yarattığı karakterle aramızda birini işaret edebilme teşebbüsüne girişmesindendir. Aynı anda özneye de nesneye de bir şeyler yükleniyorsa ve aynı zamanın içinde hem nesneleşip hem de özneleşip tükürebiliyorsa oyunu oynayan, oyuna alet olanın mutlaka vereceği yanıtlar da olacaktır.

Kendini bulamayan kendi arayışına çıktığında bir yitirme duygusuna da sahiplik eder. Farkına varsak da varmasak da insan gidip geldiği, gelip gittiği, ama bir türlü varamadığı sonsuz yürüyüşlerdedir. Kitabın başında karakterin kendine gürültüsü başlıyor:

“Saf düşünce diye mırıldandı, insanın yalnızca kendi gücüyle, bu dünyada var olması olanaklı değil mi? Çevresindeki insanlardan aldığı güçle değil, onaylamalar, sevgiler ya da nefretlerle değil, kendi içinden doğan gücüyle var olması olanaklı değil mi?” 

Düşünsel varlık ipuçlarıyla doğruluğu bir nebze de olsa aklımızın rüzgârıyla kalbimize uçurtma yapabilir. İnsan algısının korkunçluğu, kaçınılmazlığı buna bir beton gibi iner. Siz bu dünyada kimseye karışmasanız da insanlar size karışmak ister, sizi parçalamak, yıpratmak, olur olmaz sahteliklerle bir yerinize dokunabilirler, sustuğunuzda “neden susuyorsun” sorusuyla dünyanın en büyük ağırlığını kucağınıza oturtabilirler. İnsan başlı başına bu yıkımı kendine de yaşatabilir. Her şeyden kaçmaya çalışan birinin halini de siz düşünün…

Geçgin, felsefi bir sorun ortaya koymanın dışında bize politik argümanların fotoğrafını birçok karede gösterebiliyor. Bunun yanı sıra biyolojik, psikolojik, sosyolojik birer çöküntü de perde aralarında bizi çağırabiliyor.

fft1_mf9421Dışta buzlanıp içe tırmanan ve tırmandıkça ısınan, yedekleyen, ayrı bir yere oturtan, orada kalkmasına hiçbir zaman müsaade etmeyen dünyalar geçer oradan, buradan, şuradan; bizim sonradan farkına varabileceğimiz dünyalar… İsimsiz kahramanımızın kâğıt toplayıcısı Mahmut’la geçirdiği birkaç günlük serüvende kaldığı yerde Sadık’ın şu anlattıkları hepimizin her daim gördüğü ama hiçbirimizin akıl edip bu tespiti yapamayacağı bir yaşantıyı bize sunuyor, sosyolojik bir olay seriliyor:

““İnsanlar çöpünü atıp kapıyı kapayınca,” diyordu Sadık koltuğunda ileri geri sallanarak, “her şey dışarıda kaldı, mahremiyetimize döndük sanırlar. Bilirler ama bilmezden gelirler. Ama biz onları biliriz. Hem de çok iyi biliriz. Ne yerler, nasıl yerler, ne kullanırlar falan. Çoğunlukla aynıdır zaten, fabrika üretimi gibi, aynı serinin ürünü şeyler. Doğru mu?”” 

Arayışlar, mümkündür ki her daim sonsuz sayıda bir varılmamışlık yaratır. Kahramanın yürüyüşü bir çemberden çok tavanı delinmiş, dışarıyla temasını sağlayabilen yarı karanlık yarı aydınlık bir tüneli bize çizdiriyor. Dışarıdan tam da dışlanmanın ortasında yer alan, kokusuyla, dış görünüşüyle, hareketleriyle diğer insanların kendinden ayırdığı, korktuğu bir varlığa dönüşüyor. Hastanede aniden kendini bulması, uyandığında aldığı koku, etraftaki eşyaların, insanların yarattığı bir boşlukla baş başa kalıyor. Çünkü hiçbir şeyin farkında olmadığı gibi, gövdesindeki acılardan başka anlam verdiği, hatırladığı bir an yoktur. Doktor Selma ile arasında geçen konuşmalarda yıkıntılar içindeki hafıza kaçış planıyla tekrar kendine dönüyor.

Uzun Yürüyüş’ü farklı kılan bir diğer mesele de geride bıraktığı yaşamındaki ‘sınıf’ kavramını yok etme çabasına girişmesi, dünya görüşünü sadece ruhuna iliştirdiği eylemselliğin boyutuyla bastırmasıdır. Kahramanın kendindeki ağrının en ağır cümlesi de bu olsa gerek:

“herkesin bir kimsesi olmak zorunda mı?” 

Hastanede ‘çapulcu’ sözcüğü söylenmeseydi romanda ne eksilirdi? Hiçbir şey eksilmezdi, kafamızda oluşturacağımız birçok soruyla bizler de kahramanın dünyası dışında kendimize sorular hazırlayabilirdik. Üstelik siyasi gönderme daha da gürültüsüz bir ortam sağlardı eserde. Duvar yazıları ‘çapulcu’ sözcüğü kadar sırıtmıyor. Çünkü her duvar yazısı bir konuşma pervanesine maruz bırakır insanı kendi ruhunda:

“ALİ İSMAİL KORKMAZ, ÖLÜMSÜZDÜR. ETHEM SARISÜLÜK YAŞIYOR. MEHMET AYVALITAŞ, ONURUMUZDUR. BERKİN ELVAN, UYAN ÇOCUK!”

Geçgin, kahramanın biyolojik ihtiyaçlarını açlığından tutun susuzluğuna, dışkısına kadar yer
verirken, açlığın vücut üzerindeki etkilerini de roman boyunca denge sorunuyla yayıyor. Gövde ve akıl arasında geçişi irdeliyor; açlık ve susuzluk; içmekten ve yemekten başka bir düşünce barındırtmıyor:

“Dünyayı döndüren, insanları hareket ettiren yoksa yemek miydi?” 

Bu yürüyüşte açlığın ve susuzluğun gövde ve iç organlar üzerinde bıraktığı izler, kahramanı böcek, kertenkele, solucan ve birçok ot yemeye de götürüyor: “İkinci bir darbeyle hayvanın başını ezdi. Gövdeyi eline aldı. Hayvanın kanı hâlâ akıyordu. Ağzına götürüp akan kanı emdi.”

Hedefindeki dağa vardığında da aynı sorular ve daha da açılarak sorunsallığı kendinde yayıyor. Gerillalarla karşılaştığında sorulan sorularla birlikte beliren bir tarafın özgürlük duygusunun ondaki bireysel özgürlüğün kendindeki arayışla örtüşmediği de hissediliyor. Dağ başındayken tepesinde uçuşan savaş uçaklarının yarattığı gürültü, gövdesindeki uyarıcıların devreye girmesiyle insanın kaçabildiği birçok şeye yine maruz kalabildiği düşüncesini yanı başında oturtuyor. Dış çevrenin sesli çatışması bitse de kahramanın içindeki sese, gürültüye ancak ve ancak kahramanın ceset hali son verebilir. Kahramanın sorularıyla birlikte kalkıştığı bu yürüyüş bizlere öfkelendiğimiz, hayranlıkla fotoğrafladığımız, içimizde bizlerin de barındırma ihtimaliyle karşılaşacağımız sorunu yadsıyan isimsiz kahramanın var olma kararlığı; tahtayla çivilenmiş pencerelerde karanlığımızı okşamamızı sağlıyor.

Geçgin, Uzun Yürüyüş romanıyla okuyucunun da hayatını derinden etkileyebilecek, henüz işlenmeyen bir sorunu atmosferin belleğiyle şifreliyor. Gizlenmenin bile gizlenemeyeceği bir kanalda yürüyor. Varlıktan ayrılarak başka bir varlığa dönüşebilmenin olanaklarını yoğunlaştıran Geçgin, diğer romanlarında olduğu gibi, Uzun Yürüyüş’te de karınca titizliğiyle yaratılan dil işçiliğinin edebiyattaki önemine bir kez daha dikkat çekiyor.

Uzun Yürüyüş’ün kahramanı, sonsuz sayıda milyonların maç izlediği dev bir statta misafir takımın tek seyircisi olup hem onlara hem de kendine karşıdır!

Mustafa Orman – edebiyathaber.net (23 Nisan 2015)

Yorum yapın