Jean-Louis Fournier, 2008 yılında Türkçeye “Nereye Gidiyoruz Baba” adıyla çevrilen romanıyla Femina ödülü almış bir yazar. Geçtiğimiz aylarda Türkçeye Kuzeyli Annem adıyla bir eseri daha çevrildi. Buna yazarın kadın duyarlıklarını yansıttığı bir başka anlatısı desek hiç de abartmış olmayız. Bu sefer Fournier kendi ifadesiyle “daha önce hiç bahsetmediği annesine” Baudelaire’den bir alıntıyla seslenir: “Özgür insan denizi hep seveceksin”.
“Kuzeyli Annem,” kitabının kapağı, ardında dalgalı bir denizin olduğu genç bir kadının eski bir fotoğrafını yansıtır. Fournier, anlatısının başında annesi Marie’den Katolik bir genç kız, babası Paul’den kasırganın adı diye söz eder. Üstelik annesini altüst eden bir kasırga olarak. Paix sokağı, 21 numaralı evde defalarca öldüğünü söyler annesinin. En baştan beri tıp doktoru, alkolik bir kocanın “dalak damarlarındaki her kasılma” sıkıntılı akşam bekleyişlerinin habercisidir. Fournier, annesi Marie’nin endişesini öyle kusursuz tarif eder ki, her gece “sarhoş gemisinin dönüşünü bekleyen” bir kadının, “çoğu zaman yelkenleri suya indireceğini” bilmemeniz imkânsızdır. Çünkü Marie’nin hüzünlü bakışlarında Paul,“iyi olduğunda ne kadar nazik olduğu tahmin edilemezdir. Üstelik böyle olmasa çok da mutlu olunabilir”. Zor bir hayatı başkalarını anlamak için yaşamış annesi için sonsuz bir sessizliği, yorulmak bilmez yol alışları olan bir hayat hep övünçle kucaklanır. “Olay çıksın, ortalık karışsın istemeyen bir anne,” babanın akıntıya kapılmasını önlemek için onun yoluna çıkandır.
Fournier, annesi için denizde kaybolan bir geminin karadaki işareti, nirengi noktası der. Yazar tüm bu değişmeyecek olan geçmişi, bir çocukluğun sahibi olarak, yüzümüze döndürür ve “Paimpol’lü annem babamı terk etmeyi çok isterdi ama böyle şeylerin yapılmadığı kutsal devirlerdeydik” der. Bu öyle bir somutluktur ki, baba Paul’un ani bir beyin kanamasıyla ölümü gibi. Yine bu öyle bir inanılmak istenendir şeydir ki, anne Marie’nin yıllar sonra beyninde tümör olduğunu söyleyerek ölmek için uzağa gitmeyi istemesi gibi. Fournier, çekirdek bir ailede büyüyen bir çocuk olarak eminim ki, onlardan böylesine söz etmeyi, hatta hiç bu kadar ileri gitmeyi göze alabileceğini tahmin etmemiştir. Onun için anlatısında tereddütlerinin izini bulmak hep mümkün. Mesela Fournier, torunlarının “glagla” soğuk anlamına gelen bir yansımayla [onomatope] seslendiği annesinin bundan hoşlanmamasına duyduğu kayıtsızlıktan biraz huzursuz bir parça da utanmış hisseder kendisini. Yine de annesi zavallı ve bitkin bir çilekeş olarak değil, okuduğu kitapların alıntılarını oğluna postalayan bir denizci gibidir hayatında. Çocuklarının hatta kardeşlerinin bile birbirlerinden farklı tanıdığı birçok kadının yükünü taşır Marie’nin öyküsü. Öyleyse de anılarından ziyadesiyle kedere kapılmamıza izin vermeden tekrar tekrar “bu eseri onu yeniden yaşatmak için yazdığını” söyler oğul Fournier. Albino’nin Adagio’sunun çalındığı bir törende yakılmayı isteyen bir kadının mutluluk üzerine sözlerini, omuzlarımızla birbirimizi iterek dinlemeye hep hazır olacağız.
En önemlisi de göz açıp kapayana kadar geçen zor bir ömrün sahibi bir kadının hayatını, alaycı bir hüzünle dinleyemeyeceğimizi, okuyamayacağımızı hep hatırlayacağız.
Yonca Güneş Yücel – edebiyathaber.net (17 Kasım 2017)