Göç acı bir umut: Kazası, belası, ölümü ve ayrılığı var. Yediğini, içtiğini, kendini geçmişte bırakmak var. Yolda, belki de varınca yeni bir “ben” inşa etmek var. Bunların hepsi büyük çaba, dikkat, enerji ve yürek istiyor.
Sofya Kurban ve ailesi bir değil iki kere göç etmiş. O daha doğmadan, 1917 devriminden önce Rusya’dan Çin’e göçmüşler. 1980 yılında da, Sofya küçük bir kızken Çin’den Türkiye’ye gelmişler. Zoraki konuklukların son saatleri gibi yaşadıkları yerden sıkılarak ama umutla yola koyulmuşlar. Arkalarında öksüz ilişkiler, üvey anılar ve bilinçaltlarının çatı katına tıkılmış benlik heykelleri kalmış. Vardıkları yerde çocuklar büyürken, büyükler olgunlaşırken, biz kimiz, kimdik, yolun hay huyunda göremediğimiz annemiz ve babamız nasıl bir insandı, orada, yolda başımıza ne işler geldi, neden buradayız, başka yerde olsak nasıl olurdu gibi sorular üşüşmeye başlamış akıllara.
Sofya Kurban her yazar gibi kendine olan yolculuğuna biz okuyucuları da ortak ediyor Sessizlik Çağı’nda. Kimi zaman öykülerin sessiz karakterleri olup yazarın gözünden geçmişe bakıyoruz. Kimi zaman göçü hazırlayan koşullar ve göç nedeniyle uğranan yıkımlardan, maddi ve manevi eksikliklerden başlayarak uzaktan yakına yaşamımıza girmiş insanları sorguluyoruz. Çocuk aklıyla kimisi şıpın işi yapılmış işlerin nedenini araştırıyor, kimi zaman da karın ağrıtan sorulmamış soruları, bastırılan ama anılarda tüten duyguları anlamaya çalışıyoruz. Sonuçta zaman geçmiş, devran dönmüş, yanıtlar dünyanın dört bir yanına dağılmış ve kimi toprak olmuş zihinlerde saklı.
Kurban, anılara karışarak ama usta bir yazarın havsalasıyla eksikleri tamamlayarak her öyküsünde bize bir yapbozun parçalarını anlatıyor. Her parçada bazen yanıtların üstünü kaplamış beyaz bir kar tabakasını kaldırıyor, bazen azgın bir selin yolunu değiştiriyor bazen de içe akmış gözyaşlarını şişelerde toplayarak onlardan imge oluşturup duygularımızı uyandırıyor. Öyküleri olasılıkla onun kendi tarihini de yazıyor…
Kitabın adı Sessizlik Çağı. Korkan insan, sinen insan sessizdir. Göçmenler sessizdir. Görürler ama konuşmazlar. Neme lazım, nereden geçtiğini, kimle karşılaştığını bilemezsin ki… Sofya’nın ailesi göçten göçe sürüklendiği için yazar sessizlik dilini çocukluğunda öğrenmiş olmalı. Göçü sorgularken de işte bu dili, göçmenlerin sessizlik dilini kullanılmış. Yoksa “Parçalarım” öyküsünde kahramanımızın Almaatı havaalanında karşılaştığı yaşlı Uygur kadınla duygudaş olup da konuşmamasını, “Anne ile Konuşmalar” öyküsünde kahramanın kendi adına bize sordurduğu “anne sen kimsin” sorusunu nasıl açıklayacağız. Sessizlik bekledikçe yoğunlaşır yüreği doldurur, adımları yavaşlatır içimizde büyür, koca bir evren olur.
Kitaro’nun “İpek Yolu” adlı albümünü bilmeyenimiz yoktur. Atlar, develer, çöller, çadırlar Orta Asya’da yaşayan güzel insanların şarkısı… Oysa öykü kahramanları oraları, tam da Kitaro’nun anlattığı yerleri bırakıp gelmiş, türküler yakmadan… “Zamanın efendileriydik, bulutların hızında eşeğimizin nallık sesiyle eğri büğrü taşlı yollardan giderdik.” Sayfa 10. Belki de İpek Yolu orada yaşayanlar için eğri büğrü taşlı bir yoldu…
Kendini arayan insan önce dilini arar. Eğer dilin kulağında yoksa sen bir yabancısın ve asla oralı değilsin… “Yabancı olmak,” diyor anlatıcı kitabın 22. sayfasında,”bildiğin bir duyguydu yola çıkarken, buna güvenmişti ama buradaki yalıtılmışlık insanın ta etine kemiğine işliyordu. Türkiye’ye geldiklerinde yabancı dillerini paylaşacak ne çok insan vardı. Oysa beyaz Amerikalı’nın gözünde görülmeyen bir varlıktı.”
Yazarlar için yalnızlıktan kurtulmanın yolları var. Üstelik karşımızda çok titiz bir yazar var. Tanıksız geçmişine, anılarına gitmiyor. Yanına bir tanık alıyor, en kötü kendisini çoğaltıyor: “Satranç tahtasının başında elinde fil öylece durup pilavdan yükselen kokuyu içine çeken kendisini dünden çağırıp karşısına aldı birlikte bir çocukluk anısına ziyaret ettiler.” (Sayfa 25).
Öykülerde anılardan anılara ve tanıklardan tanıklara gidiyoruz. Herkes tanık ama herkes suskun. Kurban, göçü bir yapboz şeklinde, yüreğe işleyen öykülerle parça parça anlatıyor. Bazı yapboz parçalarını da okuyucuya bırakıyor ve herkesin bir şekilde göçmen olduğu dünyada bize kendi göçümüzü düşündürüyor.
edebiyathaber.net (31 Mayıs 2024)