İnsanın seyahati doğadan kültüre, biyolojiden uygarlığa olmuştur. Kurtulunması amaçlanan yalnızlık Tanrı’ya yüklenirken, toplumsal yaşam geleceğin teminatı bellenmiş; beden kültürün yasal dünyasında mahkûm edilmişti. Yasalı bir kültür dünyasına doğmuş her insan yavrusunun, doğasından getirdiği dürtülerini fallik iktidarların ruhsal parmaklıklı kodesine tıkması beklenmişti. Hiçbir bedenin özgür olmadığı bu ruh dünyasının her bireyi, diğeri ile rasyonel akıl yoluyla ilintilidir.
Bu tutukluluk, doğa tarafından tehdit edilen bedenin ve geleceğin güvenliği içindi ve ne yazık ki güvenlik ile özgürlük aynı yataktan akan sular değildi. Birbirlerine mecbur olan insanlardan oluşan kalabalıklar dilde ve dil yoluyla örgütlenmişlerdi. Kişisel, bedensel arzuların karanlıklarda tatminsizliğe mecbur edildiği bu kalabalık, normatif paydada buluşmak zorundaydı; bu payda dildi. Dilin dışında Özne olmak, var olmak mümkün değildi. Dilin dünyasına düşen her birey, bencilliği bir kenara bırakarak dili konuşmak zorundaydı. Dilin talebi bireyin talebi değildi. Konuşan insan toplumun dilini konuşuyordu.
Toplumun taleplerini simgesel sistemle seslendiren dil, bu andan itibaren insanlar arasında iletişim sağlayan bir aygıttan, yasanın kendisine dönüşmüştür; insanın itaat etmek zorunda kaldığı muktedirdir artık o. Dil yoluyla toplumsalın kucağına düşen birey, Özne olabilmek için bölünerek nevrotik yasal yapıya uyum sağlayacaktır. Dilin acımasız yasası, kültürün bütün kodlarını kullanarak bireylerden oluşan bir popülasyon inşa ederek iktidar olmuştur. Toplumsal yasa, dil yoluyla her bireysel düşüncede kendini ifade etmektedir.
Toplumsal düzen dilde dolayımlanıyorsa ona en büyük itiraz da dilden gelecektir. Dilin üstatları bu durumda yasanın ve iktidarın en büyük düşmanları olacaktır. Yazın dünyasında özellikle edebiyatçı ve şairler potansiyel muhaliflere dönüşürler, iktidar ve yazar ilişkisi de irdelenmeye değer bir konuma yükselir. Türkiye’nin en kıymetli düşünürlerinden birisi olduğuna inandığım Saffet Murat Tura, Notos dergisine verdiği röportajda iktidar edebiyat ilişkisi hakkında şunları ifade etmiştir:
“Bence edebiyatın en önemli problemi iktidardır. Edebiyat iktidar ve itaat problemleriyle uğraşır. Edebiyatın asıl konusu özgürlük kavramıdır. Toplum içinde insan ne kadar özgürdür? Ne kadar özgür olmalıdır? Geniş anlamıyla edebiyat, bir özgürlük gaspı olan iktidarla uğraşmak demektir. Burada iktidar kavramını siyasi iktidarla sınırlamadan tüm özgürlük ilişkilerinin temel problemi olarak kullanıyorum… Edebiyat, insanların bir arada olmasından ve örgütlenmesinden ortaya çıkan güçlerin, korku ve umut söylemiyle gasp edilmesiyle oluşan, fetişleşerek insanlardan bağımsız bir kimlik kazanan iktidarın maskesini düşürür. Bu bakımdan devrimcidir… Edebiyat, yazarın niyetinden bağımsız bir şekilde, başka bir yaşamı bize göstererek fantastik korkularımızın anlamsızlığını gösterir. Korku ve umut arasındaki yaşamımızı sorgulamamıza neden olduğu ölçüde iktidarı ve itaati de sorgularız…”
Edebiyatçı, yazar ve iktidar diyalektiği modern bir sorunsal değildir. Daha eski örnekleri de mevcut olmakla birlikte matbaanın yayın dünyasında kullanılmasından itibaren, yazar ve yazdığı kitabın iktidarla ilişkisi sorunlu olmuştur. 1903 yılında doğan George Orwell, tamamı kitapla ve yazmakla geçen yaşamının bir kısmını Londra’da bir kitapçıda çalışarak sürdürmüştü. Orwell’ın kitap, yazar ve iktidar ilişkileri üzerine günümüzden farksız şikâyet ve gözlemleri, aradan geçen zamanı hiçe saymaktadır. Örneğin, “basının bir kaç zengin adamın elinde toplanmış olması, radyo ve filmlerin tekelleşme kıskacında bulunması; halkın kitaplara para harcama konusundaki isteksizliği ve bunun sonucunda neredeyse tüm yazarların geçimlerini yaratıcılıktan yoksun işlerden sağlamak zorunda kalmaları…” Burada anlatılanlar adeta günümüz Türkiye’sini tasvir ediyor. Basın genelde iktidarla iyi ilişkiler kuran bir kaç sermaye grubunun elinde ve yazarların çok büyük bir bölümü yaşamlarını kazanmak için başka işlerde çalışmaktadırlar.
Spinoza’dan bu yana iktidarın, bireylerin toplumsal yasalara uymalarını sağlayacak korku-umut diyalektiğine dikkat çekilmektedir. Kapitalizmin devreye girmesiyle beraber yalnızlaştırılan bireyler üzerine uygulanan biyo-politikalar, kendine yabancılaşmış, yalnızlığından korkan bireylerden oluşmuş bir toplum inşasını beraberinde getirmiştir. İnsanın konformatif yapısı kalabalıklara uyum sağlamasını kolaylaştıran etkenler olmuştur çünkü kimse yalnızlığına mahkûm olmak istemez. Oysaki yazar, kendi gönüllü yalnızlığında, kelimelerden kurduğu bir şatoda yaşamak durumundadır. Yazdıklarıyla, birey ve toplum arasında kurduğu ilişkiyle iktidarın kontrol isteğini uyandıran yazar, zerle zor arasındaki seçimle baş başa kalır. Totalitarizmin, en büyük baskıyı uyguladığı alan yazın dünyasıdır. Çünkü hiçbir metin politikanın dışında değildir; “özellikle de bizimki gibi doğrudan siyasi türden korkuların, nefretlerin ve sadakatlerin tüm insanların bilincinin yüzeyine yakın olduğu bir çağda”.
Orwell, kurmaca metin üreten yazarların, otoriterleşmiş sosyal yapı içerisinde, kendi gerçekliklerini üretemediklerine, aksine öznel duygularını kurgulayarak değiştirmeye zorlandıkları için ölümcül hasta olduklarına inanmıştır. Uzun süren totaliter rejimlerde Orwell, düz yazının ölüme mahkûm olduğuna inanmaktaydı. Hatta geçmişteki rejimlerin, kendi çağdaşlarıyla kıyaslanınca totaliter bile sayılamayacağını ileri sürmüştü; baskı aygıtları gelişmemiş bu eski totaliter rejimler insanların nefes almalarını engelleyemiyordu. Orwell çağını ise daha farklı görüyordu: “Günümüzde siyasi yazılar yazmak neredeyse tamamen bir çocuğun meccano (bir çeşit logo) setinin parçalarını birbirine geçirmesi gibi önceden hazırlanmış cümlelerin birbirlerine geçirilmesinden oluşuyor. Bu otosansürün kaçınılmaz sonucudur. Yalın ve coşkulu bir dille yazabilmek için insanın korkusuzca düşünmesi gerekir ve eğer insan korkusuzca düşünürse politik açıdan Ortodoks olamaz”. Bu nedenle de bu ortamda üretilen metinlerin ömürlerinin uzun olmaması doğaldır. Orwell’in bu satırları yazmasının üzerinden geçen süre yaklaşık 70 yıl olmasına rağmen, bugün yazılmış gibi taze olmaları dikkat çekicidir.
George Orwell, şiirin ve şairin otorite karşısındaki yaşama şansının, düzyazı ve yazarından fazla olduğunu düşünmüştür. Politik tarafgirliğin şiir yazmayı kolaylaştıracağı ve hatta yaşatacağına inanan Orwell, özgürlük ve bireyselliğin ortadan kaldırıldığı totaliter rejimlerde bile şiire ihtiyaç duyulmaya devam edildiğini ileri sürmüştür. Ancak düzyazı için aynı şeyi düşünmez: “Üç yüz yıllık bir süre boyunca kaç kişi aynı zamanda hem iyi bir romancı hem de iyi bir Katolik olmayı başardı ki? Gerçek şu ki, kimi konular sözcüklerle övülemez ve tiranlık da bunlardan biri. Engizisyonu öven iyi bir kitap yazmayı kimse beceremedi. Totaliter bir çağda belki şiir varolmayı sürdürebilir ve mimari gibi belirli yarı sanatlar tiranlıktan kazanç dahi sağlayabilirler, ancak düz yazı kaleme alan yazarın suskunluk ile ölüm dışında bir seçeneği yoktur. Bildiğimiz düzyazı rasyonalizmin, Protestan yüzyılların, özerk bireyin ürünüdür. Ve entelektüel özgürlüğün yok edilmesi, gazeteciyi, sosyoloji yazarını, tarihçiyi, romancıyı, eleştirmeni ve şairi kötürüm bırakır”.
Ancak tarihin her döneminde iktidarla iyi ilişkiler içinde olan yazarlar da olmuştur. Bunlar, aldıkları büyük paralarla ödüllendirilmelerine karşın muhalif kanattaki diğer yazarlara zulmedilmesi neredeyse evrensel bir gerçektir. Orwell, bu yazarların safına İlya Ehrenburg ve Alexei Tolstoy’u eklemiş ve onları “iktidarın fahişeleri” olmakla suçlamıştır.
Kitapçıda çalıştığı yıllardaki gözlemlerine dayanarak, mevcut kapitalist sistem içinde kitapların sonunun gelebileceğini de tartışmıştır Orwell. Bugün halen bu tartışmanın devam ettiği dikkate alınırsa değişen bir şey yok demektir. Yazar, kitap, kitabevi ve okuma eylemi karşısına her zaman bir düşman dikilmekte, varlıklarını tehdit etmektedir. Toplumu tüketici durumuna düşürmek için ince politikalar üreterek insanın bedenine kadar sirayet eden iktidar dostu büyük sermayeler, insanların kitapla ilişkilerini engelleyici, eğlencelik ürünler çıkarmakta ve onları kendilerine bağımlı kılmaya çalışmaktadır. Orwell, insanların eğlenceye harcadıkları parayı kitaba vermediklerini ve özellikle de radyo ve filmlerin roman ve öyküleri tedavülden kaldıracaklarına inanmıştı.
George Orwell’in Kitaplar ve Sigaralar (Sel Yayıncılık, çeviren Levent Konca) adlı eseri, kitap ve okumakla alakalı pek çok konu yanında iktidar ve edebiyat ilişkisini ele almaktadır. Herkesin okumasını şiddetle tavsiye ettiğim bu kitabı en iyi özetleyen cümle şudur:
“Şu anda tek bildiğimiz kimi hayvanlar gibi hayal gücünün de esaret altında üreyemeyeceği”.
İsmail Gezgin – edebiyathaber.net (23 Temmuz 2013)