“Ölüm geliyor aklıma birden ölüm
Bir ağacın gövdesine sarılıyorum”
Cemal Süreya
Yakın tarihimize dönüp bakınca hep ağaçları görüyoruz sanki. Ağaç etrafında gerçekleşen bir kavga, şekillenen bir direniş. Haliyle yaşamın içinden süzülüp gelerek edebiyatımızda da yerini alıyor yaşananlar. Ağaçların etrafında gerçekleşen direnişleri konu edinen kitapların sayısı çoğalmakta. Bu kitaplardan biri de Gökçelerin kitabı Maya’nın Ağacı. Gökçe Ateş Aytuğ yazmış, Gökçe İrten resimlemiş. Günışığı tarafından çocuklarla buluşturulan kitap içinde yaşamayı özlediğimiz bir mahalle hikâyesi. Güvenlikli sitelerde, yüksek apartmanlara hapsolmuş çocuklar için düşsel bir yaşam burada anlatılanlar.
Gökçe Ateş Aytuğ 1980 doğumlu bir yazar. Bunu neden belirtiyorum? Aynı dönemin çocuklarıyız. Yani sıcak, samimi ve sakin yaşanan mahalle kültürünü yaşayabilen son kuşağız. Dolayısıyla anlatılanlar kurgu olduğu kadar gerçekliğe de sahip. Küçükler için masal, büyükler için “hey gidi günler hey” bu kitap.
Maya’nın Ağacı; çocukların, ağaçların, kedilerin ve kargaların aynı dili konuştuğunu duyumsatıyor. Her gün önünden geçilen ağacın hepimiz için anlamını sorguluyor. Sıradan bir ilkbahar sabahında başlıyor hikâyemiz ve o ilk satırlarında çekip alıyor okurunu içine. “Güneş ayı uğurlamış, kuşlar sessiz gecenin acısını çıkarırcasına ötüşmüş, börtü böcek çalışmaya koyulmuş, insanlar azar azar yollara düşmüştü. Bakkalın kapısına iki kasa ekmek bırakmıştı fırıncı. Önünden biri geçecek olsa, hele bir de karnı açsa, çıtır çıtır ekmek kokusuna yumuşacık bal-kaymak hayali karışırdı…”
Bu satırların ardından dalıyoruz kitaba. Konu çok da yabancısı olmadığımız bir konu. Hemen her gün yaşadığımız şeyler aslında. Sokakta, betonun çirkin griliğine inat yeşilinin alabildiğine güzelliğiyle ve tüm ihtişamıyla yükselen fıstıkçamını birileri ‘etrafı kirletiyor’ diye şikâyet etmiş. Kitapta konu edilmemiş ama o şikâyet edenlerin evdeki çöpünü balkondan aşağı fırlattığını, otomobilinin küllüğünü olur olmaz yerde boşalttığını da tahmin edebiliyoruz. Ne demişti büyük usta Nazım: “Onlar ümidin düşmanıdır sevgilim/ akarsuyun/ meyve çağında ağacın/ serip gelişen hayatın düşmanı.” Şikâyet üzerine belediye ekipleri gelip de güzelim ağacı kesmeye hazırlanınca Maya çok üzülür. Maya’nın üzüntüsüne dayanamaz dedesi ve kaldırıma oturarak ağacı korumaya çalışır. Terzi Arman da ilk destekçisi olmuştur. O da oturur Maya’nın dedesi Hasan Bey’in yanına. Belediyeden gelen ekip de aldıkları emir doğrultusunda çalışmanın gayretindedir. Çalışıp işi bitirmek ve bir an önce geri dönmek.
Mahalleli kararlıdır. Ağaç kesilmeyecektir. Ve bir plan yaparlar. Yapılan plan sayesinde ağacı kurtaracaklarını umut ederler. Tüm bunlar yaşanırken Maya’nın annesi Ceren Hanım’ı, Bilge Öğretmen’i, Sümbül Teyze’yi ve kedisi Muhtar’ı, Alber’i ve Ece’yi de tanıyoruz. Her birinin kendine göre bir hikâyesi, yaşam tarzı olsa da mahalleli olmanın gerektirdiği şekilde fıstıkçamının etrafında birleşiyorlar.
Peki, kitabın sonunda tüm bu gayretlerle fıstıkçamının kurtulması gerektiğini düşünüyorsunuz değil mi? İnanın bilmiyorum. Yazar da bilmiyor. Çünkü okurun düş gücüne bırakmış sonunu. Dilediğiniz gibi sonlandırabiliyorsunuz kitabı. Ama eklemeden de edemiyor. “Güzel bir hayal kuralım, fıstıkçamı hep o sokakta yaşasın” diyor. Umalım ki yaşasın. Fıstıkçamı da diğerleri de…
Yazıyı Maya’nın kitaptaki akrostişiyle sonlandırıyorum.
“Ben bir fıstıkçamıyım/ Eşsizdir her biri ağaçların/ Nasıl tanırız seni derseniz/ İğne gibi incedir yapraklarım/ Kendimi bildim bileli bu sokaktayım/ En yaşlısı benim buraların/ Sorsak size neler anlatır kargalar/ Maceralarımıza şahittir bütün hayvanlar/ Eskiden beri daracıktır toprağım/ Yerin çok altına uzanır köklerim/ İnsanlara tek söyleyebileceğim/ Ne olur ellemeyin, hep yanınızda kalayım.”
Mehmet Özçataloğlu – edebiyathaber.net (3 Temmuz 2017)