Bazı kitaplar vardır ki insan okuduğu döneme göre farklı yorumlar. Burada söz ettiğim dönem kişinin kendi evrimindeki dönemdir. İnci Aral’ın “Gölgede Kırk Derece” adını taşayan öykü kitabı benim için böyle oldu. 2000 yılında okura ulaşan ve 2001 Yunus Nadi Öykü Ödülü’nü alan kitabı bu kez Kırmızı Kedi Yayınevi okurla buluşturdu.
Dokuz öyküden oluşan “Gölgede Kırk Derece”, adını ilk öyküsünden alıyor. Ortak tema, erkek egemen toplum yapısının kadınların yaşamında oluşturduğu baskılar. Öykülerin, neredeyse her birinin, kadın kahramanları farklı bir sınıfın temsilcisi. Ama yaralar, acılar ortak. Da Vinci’nin aynalı odasına benziyor. Düşünün ortada bir kadın duruyor ama aynı anda sonsuz bakış açısı oluşuyor. Aral’ın öykü kitabında yarattığı şeyin tanımı bu.
Ataerkil düzenin erkeğe sunduğu sonsuz erk her alanda etrafımızı saran hava kadar yoğun ve her soluk aldığımızda biraz ölüyoruz. Yazar öykü kişilerinin içinden geldiği toplumsal katmanın dilini özenle kurmuş ve yansıtmış. Kurmacalarında telaşsız, sade, doğal bir anlatımla geniş bir açı yaratarak ortaya koyuyor yaşam kesitlerini. Öyle ki, kahramanın yaşamında kırılma noktası yaratan bir olay ya da durumdan yola çıkarak başlattığı sorgulama süreci, toplumsal “değer” oluşumlarındaki düğümlere uğrayarak yol alıyor. İnsan ruhunun karanlık koridorlarında ustaca gezinmeyi biliyor Aral. Korkusuzca, cesaretle sorguluyor kadını yaratan toplumsal şekillenmeyi. Kurduğu dünyalarda kahramanları çırılçıplak, şeffaf. Çıplaklıklarında aldıkları darbeler, şeffaflıklarında hissettikleri var.
Aral’ın anlatımı çok renkli. Karakterlerinin soyut ve somut dünyalarının renkleri, hislerinin kokuları var. Bazen yüzler, bazen eller, bazen tüm beden şekil alıyor okurun gözünün önünde. Mutluluğun ve mutsuzluğun renkleri, umudun kokusu, sevişmenin tadı kaleminde harmanlanıp kaydoluyor belleğe. Uzun uzun ve derinlemesine anlatıyor öykü kişilerini. Acele etmeden, yargılamadan, yönetmeden. Sanki sevip okşar yaralarını sarar gibi. Yaşadığı hayata yabancılaşmış ve farklı şekilde görmeye başlamış kadınların tepkileri kişiliklerine ve “değer” tutkalının gücüne göre değişiyor. Kimisi herşeye sırtını dönüp giderken kimisi kaçarken belki bir diğeri kendine yabancılaşıyor. Bir başkası düzenim bozulmasın deyip varolanı yaşamayı sürdürüyor. Bir nevi gönüllü bitkisel hayat halini yaşıyor. Hepsi yaşama dahil. Cinsiyetçi dogmaların, ellerini kollarını bağlayıp açmazda bıraktığı kadınların öyküleri “Gölgede Kırk Derece”. Seçeneksiz, sevgisiz, mutsuz, bazen onursuz bazen de kimliksiz ve hep kimsesiz.
Yazar, bize yansıttığı bu duygular coğrafyasında, ülkenin yakın geçmişindeki siyasi çalkantıların da izlerinde geziyor. İlişkiler tablosunun fonunda, devrimci mücadelenin, 80 darbesinin, ardından yeni yeni filizlenen yeni ama bir o kadar da temelsiz düzenin bireysel yaşamlarda ya da ilişkilerde yarattığı olguların izdüşümlerini öykülerinin içinden akıtarak aktarıyor.
Biraz da öykülerden konuşalım:
Gögede Kırk Derece: Kitabın ilk ve ismini veren öyküsü. Öykü kişisi, eğitimli, kariyer sahibi, iyi bir ailenin mensubu bir kadın. Kırkına bir kala, hayatındaki eksiklikleri, olamayanların neden olmadıklarını sorgulamaya başlar. Bu süreç bizi onunla beraber çocukluğuna, ana-babası arasındaki ilişkiye, annesinin baskıcı tutmuna, gençliğine, ilk aşkına ve hayatının diğer tüm bileşenlerine götürür.
“Yatağımın içinde oturmuş eski fotoğraflara bakıyorum. Kırkıma merdiven dayamışlığın gecikmişliğiyle, ben nasıl olup da iffetimin içine kapandığı yanlış bir parantez oldum anlamaya çalışıyorum. Fakat her şey kayıp ve suskun. Nerede şimdi o geçmiş zamanlar? Albümlerde birikmiş bu resimler neden iç dünyaları göstermiyor?”
Uzun Ölüm: Kırsaldan bir öykü. Görücü usuluyle evlenen bir kızın zengin ve nüfuzlu bir adamla evliliğinde yaşadıklarını anlatıyor. Kadının kendi yaşamı içinde birey olmaya giden yolda yaşadığı çalkantılar ve karşılaştığı acılar. Başka bir hayat kurmaya doğru giderken yaşadıklarından arınma umuduyla başına gelenleri anlatmasıyla kurulan bir öykü. Anka kuşu gibi küllerinden yeniden doğabilir mi insan?
“İçimde bir güven, bir inat varsa ben bunu yapabildim diyedir. Ben yalnız kocamı değil bütün yıkılası geçmişimi bırakıp gelmedim mi buraya, bunu yapacak gücü kendimde bulmadım mı? Bunu yapan her şeyi yapabilir değil mi? Ben mi istedim böyle olmasını, ister mi bir kadın yerini, yuvasını bırakmayı, eğer biraz sevgi, hoşgörü olsa kaçar mı mutluluğundan? Beni iten nedenler vardı ki işte her şey apaçık…”
Evin Kadını: Kocasının isteğiyle işinden ayrılan bir kadının zaman içinde, sevgisizlikle kuşatılmış bir evde giderek kendine bile yabancılaşarak bir takım heyecanlar aramaya başlamasını anlatıyor bu öykü. Anlamlandıramadığı davranışlar ve karışık duygular içerisinde iki kişilikli olarak sürdürdüğü hayat devam ederken, eski zamanlardan bir ses, bir nefes giriveriyor hayatına. Bir öyküde gidemeyen kadınlar başka bir öyküde gidiyorlardır belki de…
“Hiçbir zaman tehlike sınırını geçmiyorum. Sorular yok, merak yasak, kimlik bilgileri evde unutulmuş. Hiçbir ilişki iki kezden fazla sürmüyor. Üçüncü de kaskatı kesiliyorum, düş kırıklığına uğratıyorum onları. Aradığım bedensel zevk değil, belki bir şeylerden öç alma ya da bir hırsız gibi bana yasak olanı çalma heyecanı.”
Yazının başında da sözünü ettiğim gibi, bu kitapla ikinci buluşmam. İlkinde, otuzlarımın başındaydım. Aradan on yıl geçti. Bu okumalar arasında iki temel değişiklik olduğunu hissettim. Birincisi kişisel olarak algıladığım, öyküleri hissedişimdeki derinliğin farkı. İkincisi toplumsal anlamda kadınların hak ve özgürlükleri üzerine kafa yormalarında yaşanan gerileme. En acısı da kadınların kendilerini tanıma, anlama, yaşama arzularındaki moderniteye teslim olmuş aklı ve ruhu unutmuş gidiş.
Öyleyse “Gölgede Kırk Derece” hem yeni okuyacak olanlar hem de daha önce okumuş olanlar için anlamlı olacaktır. Kalıcı olan, verimi bitmeyen bir kitaptır anlaşılan o ki. “Gölgede Kırk Derece” okurunu edebi anlamda zirveye çıkarırken, gerçeklerle acımasızca yüzleştiren bir kitap.
Esra Karaduman Okay – edebiyathaber.net (23 Haziran 2014)