Gölgesi olmayan bir gövde nedir ki? Hiçbir şey, bir biçimsizlik. Jung’a göre; bireysel bilinçdışımız iki yüzden oluşmaktadır: Persona, (insan doğasının toplum ve uygarlık tarafından belirli bir kalıba sokulmuş hâli) ve gölge. Herkes bir gölgeye sahiptir. “Güneş olmadan gölge olmaz” der Jung. Bu yüzden gölge kaçınılmaz bir olgudur. Gölgeden tamamen kurtulmak imkânsızdır. Onu yadsımak ya da bastırmaya çalışmak da boşunadır. Birey için zihinsel ve bedensel sağlığı korumanın yolu bilinç ve bilinçdışını dengede tutmaktan geçer. Bu yüzden gölgenin varlığını kabul etmek ve onunla birlikte yaşamanın yollarını bulmak gereklidir.
Gölge bireyin bilinçli yaşamında ne kadar az içeriliyorsa, o kadar kara ve yoğun olur. Başka bir deyişle gölgemize ne kadar az bakarsak o kadar güçlenir ki sonunda bir tehlikeye, kaldırılamaz bir ağırlığa ve ruhumuzun içindeki bir tehdide dönüşür. Bilince kabul edilmeyen gölge; dışarı, ötekilere yansıtılır.
Bir zamanlar, der Hans Christian Andersen, kuzeyli, kibar, utangaç ve bilgili bir genç adam, güneydeki sıcak ülkeleri ziyarete gitmiş; güneyde güneş delice parlarmış. Genç adamın penceresinden bakıldığında, sokağın karşı tarafında bir ev varmış; genç adam bir gün bu evin balkonunda güzel bir kızı çiçekleri sularken görmüş. Güzel kızla konuşabilmek istemiş, ama çok utangaçmış. Bir gece, mumunun ışığı gölgesini sokağın öbür yanındaki kızın balkonuna düşürürken, gölgesine ‘şakacıktan’, gidip eve girmesini söylemiş. Gölge de gitmiş, eve girip onu terk etmiş. Genç adam biraz şaşırmış bu işe, ama hiçbir şey yapmamış.
Zamanla kendisine yeni bir gölge edinip ülkesine dönmüş. Gel zaman git zaman, yaşlanmaya başlamış, bilgisi görgüsü artmış; ama başarılı olamamış. Güzellikten ve iyilikten söz etmiş, ama onu kimse dinlememiş. Orta yaşlarını sürmekte iken bir gün gölgesi ona geri dönmüş – zayıf, kara kuru, ama pek şıkmış. Adam hemen “Sokağın karşısındaki eve gittin mi?” diye sormuş. “A, tabii” demiş gölge. Her şeyi gördüğünü iddia etmiş, ama hepsi uydurmaymış. Adam sorularını sürdürmüş: “Odalar dağın tepesinden yıldızlı gökyüzünün göründüğü gibi miydi?” diye sormuş, gölgenin bütün diyebildiği “Tabii, tabii hepsi vardı” olmuş. Ne cevap vereceğini bilemez haldeymiş, sadece bir gölge olduğu için giriş holünden öteye geçememiş çünkü. “Eğer kızın yaşadığı odaya kadar gitseydim, ışık beni yok ederdi.” diye açıklamak zorunda kalmış sonunda. Gölge, entrikada ve benzeri hünerlerde mahir, güçlü ve vicdansız biri olduğundan, adamı kısa sürede etkisi altına alıvermiş. Birlikte yola çıkmışlar. Gölge efendi, adam da onun hizmetkârı olarak. Yolda ‘her şeyi çok açık görmekten mustarip’ bir prensese rastlamışlar. Prenses gölgenin gölgesi olmadığını fark ettiği için ona güvenmemiş, ama gölge, yanındaki adamın aslında kendi gölgesi olduğunu, ona kendi başına dolaşması için izin verdiğini söylemiş; prenses “Tuhaf bir durum ama mantıklı” diyerek bu açıklamayı kabul etmiş. Bir süre sonra, prensesle gölge evlenmeye karar verince, adam isyan etmiş.
Prensese gerçeği açıklamaya çalışmış, ama gölge onun lafını ağzından alarak “Zavallıcık deli, kendisini insan beni gölgesi sanıyor” demiş. “Ne kötü” demiş prenses, adama acıyarak ve çektiği azaptan kurtarmak için onu ölüme mahkûm etmiş ve prensesle gölge evlendiği sırada idam hükmü yerine getirilmiş.
Masaldaki gölge, adamın ruhunun karanlık yüzü, kabul edilmeyen ve kabul edilemez olan yönüdür. Andersen bu canavarın insanın ayrılmaz bir parçası olduğu ve yadsınamayacağını(Jung gibi) anlatmak isterken hayatta kimin kalacağını bizim belirlediğimizi de işaret etmek ister. Masaldaki adamın hatası gölgesini izlememesidir. Gölgesini izlemiş olsaydı son nasıl olurdu acaba? Gölgeler konusunda Toptaş’ın da söyleyecekleri vardır: İnsanın varlığı yalnızca bir hayaldir, gölgesi olmayan hayaller ya da varlığı olmayan gölgelerdir. (Andersen masalında olduğu gibi.)
Zaman zaman başka evrenlerin olduğunu, insanların benzerlerinin bu evrende bulunduğunu düşündürür okura romanıyla. Bu kadar benzerlerin olduğu bir dünyada aynı ipte iki cambaz oynamaz misali bir çatışmanın olması da kaçınılmaz bir son yaratır. Bir de insanın kendi gölgesiyle farkında olmadan verdiği mücadeleyi eklersek dünyada yaşanılan bunca karmaşanın, kötülüğün nedeni ortaya çıkar zannımca. Andersen’deki kahramanın hatası gölgesini izlememesiyse bizim hatamızın nedeni nedir peki?
Bir muhtarlık binası, bir değirmen, evler, bir kahve, köy meydanı ve meydanda bir ağaç. Hasan Ali Toptaş’ın Gölgesizler romanının mekânı. Yazar bu mekâna oturttuğu kişilerle hayatın bir farklı yüzünü farklı bir anlatımla okuyucunun önüne koyar. Her şey bir kurgu, okurken biliyoruz bunu. Fakat sürekli bir kafa karışıklığıyla devam ediyoruz okumaya. Farklı rollerdeki insanların gölgeleriyle baş başa kalırken yaşamın karmaşıklığını da bir kez daha keşfediyoruz.
Gerçeklik ve kurmaca o kadar iç içe geçmiş ki romanda her şey gerçeklikten bir o kadar uzak bir o kadar da hayatın içinden. Yazarın da ustalığı buradan geliyor galiba. Olaylara karşı sessiz kalma, kimliksizleşme, düşündüğünü savunamama, var olma çabasını sürdürememe, kadın istismarı ve töre. Bütün bunlar da hayatın gerçekliğine, kötü yanımıza vurgu yapmak için girmiş gibidir romanın kurgusuna.
Kahramanlarının kılıktan kılığa girdiği ve dönüşüm içinde olduğu bir hikâye bu. Köye gelen berberin kim olduğu ve nereden geldiği bilinmez. Berber de kim olduğunu bilmemektedir aslında. “Bütün bunların hiçbirini bilmiyordu. Belki de, hâlâ bir şehirde yaşıyordu. Dükkânındaydı şimdi; sabun ve krem kokularına sırtını dönmüş, camdan, dışarıdaki caddeye bakıyordu. Ya da, koltukta oturan keçi sakallının bile göremediği uzak uzaklara…” Karakterler hep bir kafa karışıklığı ve sorgulama içindedir hayatın kendisi gibi. Romandaki berber gibi nerede olduğunu bilmezlik bizde de yok mudur? Hayattaki taktığımız maskelerde mi gizlidir her şey? Gün boyu farklı kimliklerin içerisinde kimlik bunalımı yaşarken bir de gölgelerle hep bir çatışma yaşamıyor muyuz? Biz çoklu bir kişilik taşıdığımız için mi bu kadar karmaşık hayat ve bir o kadar da kötü?
Hayatta da hep bazı olayların gölgesinde yaşıyor, bazı kişilerin gölgesinde kalıyor, var olmayan şeyleri varmış gibi algılıyor ve bunların sonuçlarını yaşamıyor muyuz? Hayatımız buna göre şekilleniyor, sonra bir bakıyoruz ki aslında o bizim hayalimiz, varsayılanımız. Masaldaki gibi gölgelerini takip eden ya da etmeyenlerle birlikteyiz. Dünya bir sahneye benziyor, sırası gelen karakter oyununu oynuyor ve kendini unutturmadan sahneden ayrılıyor. Gölgelerimiz de rol kapıyor bu oyunda. Hayat asıllarla ve suretlerle oynanan bir oyun.
Tüm dünyanın karmaşasının, yaşam oyunundaki rollerin karışmasının nedeni de bu yüzdendir kim bilir… Güneş olduğu sürece gölge de olacağına göre birlikte yaşamayı sürdüreceğiz galiba… “Onu kontrol edebilir, onun rehberliğini kabul edebiliriz; böylece belki de büyüdüğümüzde, güçlenip toplum içinde sorumlu yetişkinler olduğumuzda, dünyada yapılan kötülükler, katlanmak zorunda olduğumuz adaletsizlikler, azap ve acı karşısında ve o en sondaki nihai gölge karşısında, çaresizlikle teslim olmaya ya da gördüklerimizi inkâr etmeye daha az eğilimli oluruz.” diyor Le Guin de Kadınlar Rüyalar Ejderhalar kitabında. Gerçekler, hayaller ve gölgelerin iç içe geçtiği bir hayat. Toptaş’a göre biz hayalsek gerçek ne o zaman? Ben ben değilsem kimim? Masaldaki gibi gölge miyim yoksa gerçek ben mi? Her şey bir kurguysa bu kurguyu kim yönetiyor? Bizim rolümüz ne? Hangi repliği oynamalıyız ki daha az hasarla sahneden ayrılalım? Yaşam bir yanıt değil, sorular zinciri galiba… Bütün bu sorularla nasıl mücadele edeceğiz peki? Tüm bu karmaşaya son vermek istiyorsak, (yoksa sadece karanlığa olacak çığlığımız Toptaş’ın hikâyesindeki gibi) yapmamız gereken şey gölgemizle yüzleşmek. Ama nasıl?
Havanur Taflan – edebiyathaber.net (20 Ağustos 2020)