Bazı şiirler bir öykü tadındadır. Bazı öykülerse şiir tadında. İbrahim Karaoğlu’nun “Gölgeler ve Yelkovan” isimli kitabında yer alan öyküleri de öyle işte. Biraz da sözle anlatılması mümkün olmayan fotoğraflara benziyor öyküler; öyle cümlelerle örülmüş ki üzerine ne söylense havada donup kalıyor, okuyucuda yarattıkları ancak öykü ile okuyucu arasında istense de açıklanamayan sırlar gibi kalakalıyor. Tam gülümseyecekken, birazı içeri, birazı dışarı akan gözyaşlarına neden olan çıkışları ile… Yine de kitap üzerine elimden geldiğince bir şeyler yazmak, kitapla okuyucu arasında kalan sırları seven olası okuyucuları bu öykülerden haberdar etmek istiyorum.
“Gölgeler ve Yelkovan”, İbrahim Karaoğlu’nun ikinci öykü kitabı. İlk kitabı “Dalga Dibe Düştü” ise 1985 yılında yayımlanmış. Öykü, deneme, senaryo ve plastik sanatla ile ilgili eleştiri yazıları ile tanıdığımız Karaoğlu birçok öykü ödülüne sahip. “Gölgeler ve Yelkovan” da sonuçları geçtiğimiz günlerde açıklanan Orhan Kemal Öykü Yarışması’nda ikinci oldu. Beş kısa öykünün yer aldığı “Gölgeler ve Yelkovan”ı okuduğunuzda, hem o ödülleri hem de kitabın arka kapağında beğenilerini ileten sevdiğimiz edebiyatçılara ait cümleleri ne kadar hak ettiğini anlayabiliyorsunuz. Ercan Kesal da arka kapakta yer alan kısa yazısında, kitabı bitirdiğinde “Uzun bir şiirin sonuna gelmiştim sanki.” diyor. Selçuk Demirel kitaptaki öykülerin ruhumuzda hissettirdiklerine çok uygun ve çok etkileyici bir kapak yapmış. Yazarın kullandığı dil ise Türkçenin o kadar güzel sözcükleri ile buluşturuyor ki okuyucuyu; “aynı anda birkaç resme başlamanın bungunluğu”, “sonsuzluğun anlamı yaşamın gizine beleniyor”, “zembereğini düş bozumları kuruyor yorgun zaman saatinin”.
Yaşamın, acının, zamanın ve şiirin birbirine karışan tadını kokusunu duymamak mümkün değil ki bu öykülerde. Her birinin kıvamı o kadar yerinde ki. İlk öykü “Ölü Deniz Mezarlığı”nda anlatıcı cebinde İranlı şair Furuğ Ferruhzad’ın şiiri ile yol alıyor zamanda. Belleğinde ise Paul Valery’nin “Deniz Mezarlığı” şiiri. 6-7 Eylül olayları ile ilişkili olan öykü, insanlıkla bağdaşmayan belirli amaçlara hizmet eden politikaların insanları nasıl beklenmedik yaşamların beklenmedik zamanlarına tutsak ettiğini anlatıyor. İkinci öykü “Uzaklar Sonbahar”, ressam Tuncay Betil’in “Yaşam güz otu, üfledim gitti.” sözü ile başladığında, bir ölümle karşılaşacağımızı hissederek ayaklanıyor duygularımız ama öykünün açlık grevindeki kahramanının güncesi tek başına başlı başına uzun bir şiir. Üçüncü öykü kitaba da ismini veren “Gölgeler ve Yelkovan”; kısacık ama öyküde geçen yelkovanın gölgesi sonsuz bir zamana yayılıyor.
Son iki öyküde, öyküler şiirselliğini yitirmeden metinlerin tadını daha yoğun hissettiriyorlar. Güz Sokağı’nda öykünün bir yerinde bir cümbüş sesi eşlik etmeye başlıyor arka fonda. Bir kıyı kasabasının sessizliğinde bir ihtiyarın geçmişini dinlerken okuyucu da anıları ile buluşuyor kendi içinde. Egeli ihtiyar “Aşk mı? Yüreğinin yüküdür insanın.” dediğinde kabullenmek istemesek de onu dinlemek iyi geliyor insana: “Uzak hiç bitmiyor ki, bir ufka eriştim diyorsun, aksıyorsun. Aksayan her yanın çoğalıyor. Dönülmez zikzaklar çıkıyor karşına. Geceye küs yıldızlar gibi bir nokta oluyorsun onca kalabalığın içinde. Kimse duymuyor seni.”
“Düşbozumu”nda yine sesi insana iyi gelen bir ihtiyar var; Yorgo. Saklanması gerektiğini söylediği şarabın tadı, kitapların sözcükleri dokunuyor okuyucuya. “Hüzün de sestir.” diyor öykünün kahramanlarından biri. O sesle doluyor içimiz, öyküyü bitirdikten sonra da geçmiyor etkisi.
Şehirlerin, mekânların anlamı sadece içinde yaşadıklarımızla değil, okuduğumuz kitaplarla da belirlenir, çoğalır, kitaplar da iz bırakır anılarımızda. İzmir ve Ege, İbrahim Karaoğlu’nun öyküleri ile çoğaldı şimdi.
Şule Tüzül – edebiyathaber.net (24 Kasım 2014)