İnsan insanın gölgesine girince, gölgesine girdiği onu kendi cümleleriyle kurmaya başlıyor. Birinin gölgesinde varlık göstermek ise kişinin kendi benliğinden, zihninden ve hatta içinden uzaklaşması anlamını taşıyor. Her şeyi bir başkasının gözetiminde kurmak, kafamızdaki her soruyu acaba o nasıl cevaplardı diye düşünmek, bir yere gittiğimizde hep onun varlığını duymak ve böylece içsel bir gözetime esir olmak demek çünkü. Irmak Zileli’nin Everest Yayınları tarafından basılan, “Gölgesinde” adlı kitabı bize bunları düşündürüyor. Birilerinin gölgesinde olmanın, o gölgeyi sığınak yapmanın bir süre sonra nasıl tavizkâr, kendinden veren ve bireyliğini unutturan bir boyuta geldiğini karakterleri üzerinden anlatıyor. Çünkü bir insanın gölgesinde olmak maalesef bir ağacın gölgesinde olmaya benzemiyor. Ağaç gölgesinin karşılığında sizden bir şey beklemiyor ancak insan sizi alıp kendi gölgesinin güneşsizliğine hapsedebiliyor.
Irmak Zileli’nin anlatısı karakterler üzerinden ilerliyor: Leyla ve Fikret. İki karakter aslında oldukça farklı ancak bir şekilde yan yana gelip, birbirlerinin sığınağı oluyorlar. Özellikle Leyla için bu durum yukarıda da bahsettiğimiz gibi Fikret’in gölgesinde bir yaşam anlamına geliyor. Fikret her şeyi akılcılıkla algılayan bir karakter, aklının içinde yaşıyor ve onun aklının dışında kalana söz hakkı tanımıyor. Ona göre değişmez yasalar var ve dünyayı bu yasalara göre yorumluyor aslında tam bir pozitivist diyebiliriz. Disiplinli, kuralcı, kıyafetlerini aynı renk olanları üst üste dizecek kadar da takıntılı. Leyla ise olaylara daha duygusal bakan düşlere inanan bir karakter ancak başlangıçta bir şekilde Fikret’i bir sığınak olarak görüyor ve onun denetimi altına giriyor. Fikret onu öyle bir baskı altına alıyor ki Leyla neredeyse her şeyi onun açısından görmeye başlıyor. Böylece kuruntulu, her şeyden şüphelenen hep acaba sorusunu kafasında tutarak var olan bir birey temsiline dönüşüyor. Zileli, bu iki karakter üzerinden insanın, bir başka insanı nasıl gücü ve tahakkümü altına alabildiğini, bir ilişkinin bireyin kendi varlığını nasıl kaybettirebildiğini sorguluyor bana kalırsa.
Gölge imgesi üzerinden devam edersek, yaşamda hep gölgeler var diyebiliriz. Bu gölgelerle ilgili hiyerarşik bir sıra bile yapabiliriz. En başta devlet otoritesi, sonra okullar, toplum, sonra aile belki de birey için hep üzerine taşımak zorunda kaldığı, gözetimini hissettiren, özgürlüğünü kısıtlayan karaltılar olarak kalıyor. Bu anlamda Leyla karakteri için Fikret, onun devleti gibi diyebiliriz, ona varlık izni vermeyen, denetim altında tutan, yanında olmasa bile otoritesini hissettiren, bir makale hakkında aynı düşünmediklerinde mesela, “sen yanlış anlamışsın” deyip kestirip atan bir tutum sergiliyor. Leyla’yı kendi aklının kalıbından çıkarıp, ona biçimler verip aldığı şekil ile onu kendiliğinden çıkaran bir bireylik hâli. Ve tüm bunların farkına varıp, sonunda kendi tanımını bulmak için yollara düşen Leyla.
“Gölgesinde” metninde anlatı aslında tam da burada başlıyor. Leyla bir sabah evden çıkıp kendi yolunun yürüyüşünü başlatıyor. O bu yolda geçmişiyle, kendisiyle, Fikret’le yüzleşmeye çalışıyor. Sokaklarda sorgusuzca ilerlerken, çocukluğunun en derin yaralarından, bugününün yaralarına kadar her şeyi tek tek belleğinin derinliklerinden kazıp, çıkarıyor. Belki de uzundur ilk kez üzerinde Fikret ne derdi gözetimi olmadan kendi cümlelerini kurabiliyor. Fikirlerini dillendirirken üzerinde bir otorite hissetmiyor. Kentin arka sokaklarını, kıyılarını, köşelerini, sahillerini durakları yapıyor. Ve Leyla üzerindeki gölgelerden kurtuldukça, özgürleşiyor. Kendisi oldukça doğayla olan ilişkisi de daha eşitlikçi bir hâl alıyor. Örneğin; yolunun başlangıcında karşılaştığı bir köpeği sahiplenmek isterken, sonuna doğru bir hayvana sahip olup adlandırmayı doğru bulmuyor. Böylece insan türünün mülkiyetçi, hep daha fazlasını isteyen yanını da fark ediyor. İnsan türü her şeye kendi yorumunu katmak istiyor, sevgilisine, arkadaşına, hayvana, ağaca. Sevgilisini kendi biçimine hapsetmeye, arkadaşını kendi fikrinin esiri etmeye, hayvanı kendisine ait hissetmeye, ağacı şekilli bir şekilde budayarak onun varlığına kast etmeye çalışıyor. Bu anlamda kitap, tüm bu bahsettiklerimizi gizliyor alt metnine ve Leyla’nın hikâyesi dünyanın ve insanın hikâyesine dönüşüveriyor.
Leyla’nın ortadan kaybolmasından sonra Fikret’in durumunun anlatıldığı kısım ise bir polisiye roman okuyor hissi bırakıyor. Leyla’yı bulmak ile görevli polis ve Fikret arasındaki diyaloglar psikanaliz seansını andırıyor. Polisin sorularıyla Fikret’in zihni alt üst oluyor. O, bilincinin dışına çıktıkça, zihinsel süreçleri içerisinde ilerledikçe bir bakıma yaraları deşiliyor. Böylece belki de onun davranışının nedenleri de ortaya çıkarılmış oluyor. Fikret güçlü olma hissini yitiriyor polisin karşısında ve bu sefer kendisi bir otorite baskısı altında kalıyor. Ancak polisin yetersiz kaldığı durumlarda, bilgisini bir güç gösterisine dönüştürmeyi yaşam biçimi hâline getirmiş Fikret’in, kontrolü ele geçirdiği de oluyor. Böylece değişen güç dengeleri de anlatının içinde yerini buluyor. Ancak Leyla’nın kaybı ile ilgili hislerinde Fikret’in onu önemsemekten çok kendi kuşkularını açığa çıkardığını ve konu ile ilgili çok da suçlu hissetmediği söylenebilir. Kitabın bu bölümü için, psikanalitik bir çözümleme ile oluşturulmuş da diyebiliriz sanırım.
Zileli anlatısında “kadınlık” ve “erkeklik” rollerini de işliyor. İkisinin de insanın kurgulanmasında nasıl önemli olduğunu bir kere daha fark ettiriyor. Örneğin; “Babası kaptan olan ilk aşkımı hatırlıyorum. Şimdi nerelerde olduğunu bilmiyorum. Belki de evlenmiş çocukları olmuştur. Neden aklımıza ilk böyle şeyler gelir? Neden mesela dünyayı dolaşıyordur demeyiz, ya da filanca üniversitede çalışıyordur, uzaya çok meraklıydı, uzay araştırmacısı olmuştur. Böyle şeyler düşünmeyiz.” Leyla’nın bu sorularındaki nedenlerin cevabı açık aslında çünkü böyle kurgulanmış insan, iki cinsiyet “akla uygun” görülmüş kadın ve erkek, onlara biçimler verilmiş, roller biçilmiş, evlen çocuk yap, düzen kur diye. Bu anlamda Zileli bu verili rolleri de anlatısına taşıyarak, cevabını çoktan verdiğimiz bu soruları da tekrar hatırlatmış okuruna.
Irmak Zileli’nin “Gölgesinde” adlı metni, yaşamımızda üzerimizde taşıdığımız gölgeleri deşifre etmiş. İnsan insanın ne sığınağı, ne gölgesi olmalı demeye çalışmış belki de. Son olarak şöyle diyebiliriz, insan öncelikle kendi gölgesinde dinlenmeli ve herkesin, kurumların veya herhangi bir otoritenin gölgesinde var olmaktansa Leyla gibi kendi yollarına düşmeli.
Emek Erez – edebiyathaber.net (10 Nisan 2017)