Uzaktan bakıldığında harika görünüyor
gezegenler, yaşamlar… Yakından ise taş ve toprak.
Etrafımızı ören ve bizi şekillendiren bu dünyada kimiz biz? Kozmosun bir üyesi olan, çok güçsüz, rızamız olmadan doğmuş, yaşayan ve ölen canlılardan başka… Beyhude bir çabadan ibaret bu yaşamın içinde debelenip duruyoruz hep. Yüzyıllardır yaptığımız gibi varoluşsal sorularımıza yanıt arıyoruz. Peki, kendimizi gerçekten tanıyor muyuz? Zayıflıklarımızı, çelişkilerimizi, karanlık yüzümüzü, inceliklerimizi biliyor muyuz? Tüm bunları bilmeden ve kendimizle yüzleşmeden sorularımıza nasıl yanıt bulabiliriz ki…
Sadık Hidayet için insanı anlama çabasıdır edebiyat. İnsanın kendisiyle yüzleşebileceği bir arena… İnsanın karanlık yüzünü gösterir yazılarında bu yüzden. Dünyanın anlamsızlığını iliklerine kadar hisseden ölümün o karanlığına sığınmaktan başka çare göremeyen kahramanlarıyla umutsuzluğun sesi olur. “…Uyumak, bir daha uyanmamak istiyorum, rüya görmek de istemiyorum.” Toplumsal kalıplara karşı oldukları için yalnızlığı seçer kahramanları. Dünyayı hırsızların, kaçakçıların, düzenbazların yönettiğine inandıklarından hayata karışmazlar. Toplum tarafından yalnız bırakıldıklarını ve anlaşılmadıklarını düşünürler. Toplum onların gözünde yozlaşmış ve hayatta kalmak için yapılan tüm dünyevi işler de anlamını yitirmiştir. Gerçek varoluşun önündeki en büyük engellerdir bunlar. Geleneksel kalıpların dayatmalarına boyun eğmek onlar için özgürlüklerini yitirmek demektir. Bu yüzden olsa gerek hep bir inzivaya çekilme hali vardır kahramanlarının.
İnzivaya çekilme hali ise hakikatin nurunun doğmasını bekleyen sufiler gibi değildir. Tam tersine kötülüğün karanlıktaki halini görmek isterler. Bir de tüm dünyevi işlerden azade hiçbir şey yapmadan yaşamak… “…Şeytanın üzerime inmesini bekliyorum. Aydınlanmışların parlak ama boş konuşmaları beni iğrendiriyor. Bir grup hırsıza, kaçakçıya ve altına tapan budalalara yaşamak için yalvararak itibarımı kaybetmek istemiyorum. Kendimde olduğum gibi uyanmak istiyorum.” Ceninin anne karnındaki haline geri dönme isteğidir bu. İsteklerin ve ihtiyaçların çaba sarf etmeden yerine getirildiği o ilk başlangıca… Burada mücadele etmeye, dalkavukluk etmeye, uğraşmaya gerek yoktur çünkü. Her insanın bilinçaltındaki yitik cennettir burası. Herkesin kendi başına ve kendi içinde yaşadığı cennet…
Kendi mekânını yaratır Karanlık Oda hikâyesindeki kahramanı. İçeriye güneşin ışıklarının girmesine bile izin vermez. Güneş ışığı her şeyi anlamsız ve sıradan yapar çünkü ona göre. Oysa karanlık… Tüm seslerin anlam kazandığı korkunun sesinin duyulduğu ve güzelliğin gerçek kaynağıdır. “Karanlığa ve kırmızı ışığa ihtiyacım var. Arkamda penceresi olan bir odada oturamam. Böyle bir ortamda düşüncelerim dağılır; ayrıca ben ışığı sevmiyorum.”
Geçmişte cesur, temiz ve hayat doluyken şimdi korkak ve acınası hale gelmiş; her gürültü ve titreşimden ürker Pat. Kendi sesinden bile korkar. Kir ve çöpe alışmıştır. Sürekli dövülmesine ve kötü muamele görmesine rağmen, duyguları bir çocuğunki gibi hassastır. Sadece sevilmeye ihtiyacı vardır. Ona iyi davranan ve başını okşayan herkes için hayatını vermeye hazırdır. Birine sevgisini iletmek, kendini feda etmek, bağlılığını ve sadakatini göstermek ister ama hiç kimsenin böylesine bir sevgi patlamasına ihtiyacı yoktur. Ona bakan her gözde düşmanlık ve kötülük vardır çünkü. Sadık Hidayet’in Aylak Köpek adlı öyküsünün sahibini kaybeden köpek kahramanıdır Pat. O da anne kucağına özlem duyar. Bir yavruyken annesinin meme ucundan o besleyici, ılık sıvıyı emişini, annesinin yumuşak, sert dilinin onu nasıl temizlediğini hatırlar kendisine verilen sütlacı yerken.
Ya yaşamda kendimize aradığımız kimlikler? Virginia Woolf’un kahramanı Flush görkemli altınımsı tüyleri kesilince rezil olduğunu, ne soy sopu, ne aristokratlığı kaldığını düşünür. ‘Aynaya bakarak ‘şimdi neyim ben?’ diye sorar. Ayna bütün aynaların vahşice içtenliğiyle, ‘bir hiçsin.’ Hiç… Bir hiç olmak, eninde sonunda dünya yüzündeki en hoşnutluk verici varoluş durumu… Sonra bir kez daha bakar kendine. Tüylerinin birazının yakalık gibi boynunu sarmış olduğunu görür. Kendini bir şey sananların rüküşlüğünün karikatürüdür bu. “…eh bu da başlı başına bir kariyer değil mi?” Toplumsal kalıpların bize yüklediği roller… İşte tüm bunlara karşıdır Hidayet.
Flush ve Pat kahramanı oldukları hikâyelerinde kendi bakışlarıyla özlemlerini duygularını dile getirirken etraflarındaki insanları da anlatırlar bize. Tonu, rengi, nedenleri farklı olsa da her coğrafyanın sıkışmışlığı içindeki acılar benzer çünkü birbirine. İnsanın kendisi ve karanlıktaki gölgesiyle bütünleşik yaşamı anlama çabası… Yalnızlığı… Hidayet’in asıl derdi de budur. “Hayat tecrübelerimle şu yargıya vardım ki, başkalarıyla benim aramda korkunç bir uçurum var, anladım, elden geldiğince susmam gerek, elden geldiğince düşüncelerimi kendime saklamalıyım. Ve şimdi yazmaya karar vermişsem bunun tek nedeni, kendimi gölgeme tanıtmak isteğidir. Duvardan doğru eğilmiş, yazdıklarımı oburca yutmak, yok etmek isteyen gölgeme…”
Doğunun Kafka’sıdır Hidayet. İnsanlarla yüzleşmek ve çağdaş meseleler hakkında görüşlerini dile getirmek yerine, denemeleri ve hikâyeleri aracılığıyla kamuoyunu etkilemeye çalışır. Daha iyi ve kazançlı sosyal konumlar için yarışan yaşıtlarının günlük münakaşalarından kaçınmıştır hep. Kendini beğenmiş doğanın tüm sırlarını çözdüğünü iddia eden insanoğluna tepkisini dile getirir kalemiyle. Karanlığın kurtuluşu barındırdığını düşünen kahramanlarıyla çıkış arar. Gerçekten çıkış mıdır bu? Bilinmez ama… Hidayet böyle düşünmüş olacak ki Paris’te günlerce, hava gazlı bir apartman dairesi arar kendine. Bulduğunda tertemiz giyinip tıraş olur ve gaz musluğunu açar. Sonra… Karanlığın kucağına inandığı o kurtuluşa gider.
Bilgiye, kendimizi bilmeye ihtiyacımız var hepimizin. Kendimizi gölgemizi görmeye ve tanımaya… Gölgemiz… Bizim karanlık yüzümüz… Onunla yüzleşmek zorundayız. Bunu başarabildiğimizde ancak onu kontrol edebilir ve dünyada yapılan tüm kötülüklere, katlanmak zorunda olduğumuz adaletsizliklere, acılara (o en sondaki gölgemiz karşısında) çaresizlikle teslim olmayız. Le Guin ise bunu başaramadığımızda; gölgemizin bir tehlikeye, kaldırılmaz bir ağırlığa ve ruhunuzun içinde büyük bir tehdide dönüştüğünü söyler bize. Hidayet’in kahramanlarının yaşadığı tam da budur. Hayat labirentinde çıkışı kaybedip gölgeleriyle karanlığın içinde yok olmak… Tıpkı yaratıcıları gibi…
Kaynak:
https://www.litencyc.com/php/sworks.php?rec=true&UID=5105
Kadınlar Rüyalar Ejderhalar, Ursula K. Le Guin, Metis Yayınları
Aylak Köpek, Sadık Hidayet, YKY
Flush, Virginia Woolf, İletişim Yayınları
Öyküyü Sanat Yapanlar, Necip Tosun, Dedalus Yayınları
edebiyathaber.net (5 Mayıs 2022)