Özel Haber: Metin Celâl
Portekizli yazar Gonçalo Manuel Tavares, Ankaralı okurları ile buluşmak için Başkent Kültür Yolu Festivali kapsamında Türkiye’ye geldi. Ankara öncesi İstanbul’da Türkçeye çevrilen kitaplarının da yayıncısı Kırmızı Kedi’nin Şişhane’deki kitaplı kafesinde editörü Çağlayan Çevik’in sorularıyla güzel bir sohbet gerçekleştirdi. Etkinlik sonrası Gonçalo Manuel Tavares’le sohbet etme imkanı bulduk. Çevirmeni İmren Gökçe Vaz de Carvalho ve Çağlayan Çevik de bize katıldı.
Gonçalo Manuel Tavares, Ağustos 1970’te Angola’da Luanda şehrinde doğmuş bir Portekizli. İlk kitabı 2001 yılında yayınlanmış ve o zamandan beri birçok önemli ödüle layık görülmüş. Saramago’nun onun için söylediği övgü dolu sözler de belleklerde. Saramago, ““Tavares büyük bir ustalıkla çok özel bir dil kullanıyor, ve bu özel dili öyle bir uyguluyor ki onun artık bir kriter olduğunu söylemek abartı sayılmaz; artık kurmaca yazında Gonçalo öncesi ve sonrasından söz ediliyor. Sanırım ona sunabileceğim en büyük övgü bu. Bence otuz yıl sonra, hatta belki daha da önce Nobel Ödülü’nü alacaktır, bu bir kehanet ama sanırım doğru çıkacak. Ancak ödülü aldığında onu kucaklamak için buralarda olamayacağıma üzülüyorum” demiş.
Tavares “Kudüs” romanıyla Dünya çapında ün kazanmış. Kitapları 71 ülkede yayınlanmış ve Kudüs, tüm zamanların en önemli romanlarından oluşan bir rehber olan Ölmeden Önce Okunacak 1001 Kitap’ın Avrupa baskısında yer almış.
“Kudüs”, “Teknik Çağında Dua Etmeyi Öğrenmek”, “Beyefendiler”, “Babasını Arayan Yüzyılında Kayıp Bir Kız” ve “Joseph Walser’in Makinesi ve Bir Adam: Klaus Klump” romanları Türkçede yayınlanan Tavares velut bir yazar. Deneme ve şiirlerden oluşan ilk kitabını romanlar, şiir kitapları, tiyatro oyunları ve çeşitli anlatılar takip etmiş. Yanlış saymadıysam 21 yılda 45 kitabı yayınlanmış.
Doğum yerinin Angola olduğuna dikkati çekerek söyleşiye başlıyorum. “Babam askeri mühendisti. Luanda’da bir köprü inşa etti. Onun görevi nedeniyle bir süre Angola’da yaşamışız ve ben orada doğmuşum”. Ama Angola’nın anılarında pek yeri yokmuş, doğumundan sonra 4 yıl kadar orada yaşadıktan sonra Portekiz’e dönmüşler. “Çok az hatıram var. Daha büyük kardeşlerim Angola’yı daha iyi anımsıyor” diyor.
Portekiz’in kuzeyinde büyümüş, 18 yaşında üniversite öğrenimi için Lizbon’a gitmiş. 18 yaşına kadar futbolcu olmayı düşlüyormuş. Ama arkadaşları onu matematikçi olarak bilirmiş. Sonunda bilim ağır basmış.
“Ailemin evinde iki katlı büyük bir kütüphane vardı, orada büyüdüm” diye açıklıyor kitaplara, okumaya ve yazmaya eğiliminin nedenini. Mühendis babası okumaya çok meraklıymış ve kendince denemeler de kaleme alırmış. Ama bunları yayınlamayı hiç istememiş.
Tavares yazmaya Lizbon’a geldikten sonra şiir yazarak başlamış. “Yirmili yaşlarımda iki roman yazdım örneğin ama onları beğenmediğim için sonradan kaldırıp attım” diyerek çok yazdığını, çok attığını anlatıyor. İlk çalışmaları çeşitli edebiyat dergilerinde yayınlanmış ama kitap için acele etmemiş. Yergi ve övgülere dayanacak kadar olgunluk kazanana kadar kitap yayınlatmak istememiş. Hep bekleterek yayınlattığını söylüyor. Yayınlatmaktan çok yazmayı önemsiyor. “Yazmaktan da önce okumak geliyor” diyor. “Matematik ve spor alanında lisans yaptım. Resimde master yaptım, doktoram da felsefe alanında.” Halen üniversitede felsefe ve psikoterapi dersleri veriyormuş. Ama zamanının büyük bir bölümünü yazmaya ayırıyor. eğer tatilde değilse her gün odaya kapanıp 3-4 saatini yazmak ve okumakla geçiriyormuş.
“İlk kitabımı yayınlattığımda hazır 15 kitabım vardı. Üçüncü kitap dosyamı yayınlattım öncelikle. İlk dört kitap iki ay içinde, arka arkaya farklı yayınevlerinden çıktı.” 2004’de yayınlanan Kudüs adlı romanı hem Saramago Ödülü’nü kazanmış hem de kısa sürede yabancı dillere çevrilmiş. “Ama Kudüs yabancı dillere ilk çevrilen kitabım değil. İlk çevrilen kitabım Bay Valery. Portekiz’de yaşayan bir çevirmenin dikkatini kitabım çekmiş ve kendiliğinden çevirip bir yayınevine teklif etmiş. Böylece Fransızca’da yayınlandı.”
71 ülkede yayınlanmış kitapları. “Artık takip edemiyorum,” diyor. Keçua dili gibi kaybolan dillere kitaplarının çevrilmesi ise çok hoşuna gidiyor.
“Çok satan bir yazar değilim. Sadece beş kitabım romandır. Diğerleri karışık türlerde. Kitaplarımın bu kadar ilgi görmeleri beni de şaşırtıyor.”
İlk kitapları yayınlanmaya başladığından itibaren ödüller almaya başlamış. “Benim için ödüller değil yazmak önemli” diyor. İlk ödülü Bay Valery ile gelmiş. Ama Saramago ödülünü çok önemsiyor. “Çünkü o 35 yaş altında yazarlara verilen ve teşvik eden bir ödüldü” diyor. Saramgo’nun kendisi için söylediği sözleri anımsatıyorum. Saramago, otuz yıl içinde Nobel Ödülü alacaktır demiş Tavares için.
Bu sözü gülümseyerek karşılıyor ve “Tabii Nobel Ödülü alsam fena olmaz. Maddi tutarı çok büyük. Kazanırsam maddi gelir endişem olmadan rahat rahat yazabilirim,” diyor.
Saramago ile ilişkisini aralarındaki büyük yaş farkına dikkati çekerek “karşılıklı saygı duyardık” diye açıklıyor. “Ben Saramago’yu tanıdığımda Nobel ödülünü kazanmıştı. Dinginleşmişti, bilge dönemindeydi. Çok iyi bir ilişki kurduk.”
Türk edebiyatından Tanpınar’ı tanıdığını, Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nü okuduğunu söylüyor. Orhan Pamuk’un eserlerini de okumuş. “Nâzım Hikmet, kare şeklinde kitaplar yayınlayan bir yayınevinin Dünya Şiiri dizisinden çıkmıştı. Okumuştum,” diye ekliyor. Ama Türkçeden Portekizceye çok çeviri yapılmadığı için daha fazla Türk yazarı okuyamamış. Çağlayan Çevik ve bana Türk edebiyatından 50 yaş altı beğendiğimiz yazarları soruyor. Avrupa Birliği Edebiyat Ödülü kazanan Sine Ergün ve Birgül Oğuz’un Portekizce’ye çevrilmiş olabileceklerini söylüyoruz.
Tavares’in Türkçede yayınlanan son romanı “Babasını Arayan Yüzyılında Kayıp Bir Kız”. Romanda kaçak suçlu Maurius ile babasını arayan 14 yaşında Down sendromlu bir kızın Berlin’de yaşadıkları maceraları, karşılarına çıkan ilginç insanlarla yaşadıkları anlatılıyor. Romanın başında kızın elinde bir kutu ve kutuda bir takım kartlar vardır. “Zihinsel Engelli Bireylerin Eğitimi” yazmaktadır her kartın üzerinde ve bir dizi talimat, sorular sıralanmıştır.
“Anlattıklarınızın ne kadarı gerçek?” diyerek bu eserini kaleme alırken nasıl bir ön çalışma yaptığını soruyorum.
“Kartlar gerçek. Üniversitede down sendromlularla çalışıyorum. Ama normalde bu tür araştırmalar yapmam, yazdıklarım sezgisel olarak gelişir. Down sendromunun bizdeki adı Trizomi 21. Bu addaki 21 ile 21. yüzyıl arasında bir bağ kurdum. Down sendromlu Hannah başka birini, Marius’u nasıl değiştirebilir diye düşündüm. Çünkü Down sendromlu kişiler diğerlerine bir tür neşe, dinginlik veriyor, dönüştürüyor.”
Tavares’in romanlarında şehirlerin önemli bir rolü var. Bu roman da Berlin’de geçiyor. “Berlin’i niye tercih ettiniz?” diye soruyorum. “Berlin yirminci yüzyılın çekim merkezi gibi. Soykırım, İkinci Dünya Savaşı beni çok ilgilendiren konular. Merkezi Avrupa bu nedenle benim için önemli.”
Romanının yapısı ilginç. Her bölüm aslında birer hikaye gibi okunabilecek yapıda. “Bu biçimi özel olarak mı düşündünüz?” diye soruyorum. “Benim yazma şeklim çok parçalı. Parçalar halinde yazmayı seviyorum. Konsantre olmuş çalışmalar yapıyorum. Bu kitabı etaplar halinde yazdım. İki baş kahraman engelleri aşıyormuş gibi. Bu etaplardan her biri bir kitap olabilirdi. Her bölümden yola çıkıp ayrı bir roman yazabilirdim. Bu aynı zamanda bir bildungsroman. Kişinin değişimini, gelişimini gözlemleyebiliyoruz. Maurius’un öğrenimi, gelişimi diyebiliriz.”
Tavares diziler halinde yazmayı seviyor. Krallık, Beyefendiler gibi birçok anlatı dizileri var. Bu romanının devamı olacak mı diye soruyorum. “Diğerlerinden çok farklı. Bir diziye dahil olamıyor. Belki Maurius’un hikayesini yazmak isterdim. Ama şimdi mitoloji dünyasındayım. Klasik mitolojiyle ilgileniyorum ama beni ilgilendiren 20. yüzyılı da, makineleri de bu mitolojiye dahil etmek.”
Çok değişik türlerde yazıyor. “Hangi türde yazacağınıza nasıl karar veriyorsunuz,” diye soruyorum.
“Ben harflerle yazıyorum, edebi türlerle değil. Çoğunlukla ne türde yazdığımı bilmeden yazmaya başlıyorum. Yazarken edebi türleri düşünmüyorum. Çok melez kitaplarım var, çeşitli türleri içeren. Örneğin Beyefendiler’in ne türde olduğunu bilmiyorum. Romanlarımın çoğu deneme türünü de içerebilir. Kitaplarımın belli bir türle sınıflanamaması hoşuma gidiyor.”
“Joseph Walser’in Makinesi ve Bir Adam: Klaus Klump”, “Teknik Çağında Dua Etmeyi Öğrenmek” ve “Babasını Arayan Yüzyılında Kayıp Bir Kız” gibi kitaplarının çok ilginç isimleri var. “Babasını Arayan Yüzyılında Kayıp Bir Kız” adı sosyal medyada tartışıldı. Kitap adlarını nasıl bulduğunu, koyduğunu soruyorum.
“Kitaplara verdiğim isimler çoğunlukla içgüdüsel, sezgisel. Kitapların içeriğine bir şeyler ekleyen adlar koymayı seviyorum. Bazen bir görüntü ile imge ile yazmaya başlarım. Bazen bir alıntıdan yola çıkarım. Örneğin Kudüs öyledir. Kitap isimleri önceden esin verebildiği gibi sonradan koyduğum da olur. Kitabın adını değiştirmek bakış açısını değiştirir. Başka dillerde kitaplarımın adının değişmesi de hoşuma gidiyor. Mantıklı bir şekilde açıkladıklarında isim değişimini onaylıyorum.”
“Zamanı ve mekanı karıştırmayı seviyorum. ‘Babasını Arayan Yüzyılında Kayıp Bir Kız’daki kahraman zamanda kayıp, bu yüzyılda, zamanın içinde kayıp. Sanki o yüzyıla ait değillermiş gibi. Kitabın adında onu ifade etmek istedim.”
edebiyathaber.net (19 Ekim 2022)