“Daha uzaklara bakmak vardır. Dünya sınırsız ve rengârenktir: gidip onu görmek isteriz.”
Yüzümü yeni bir kitaba döndüğümde, anlatılanı kavramayı bir keşif gibi algılarım. Bütün duyargalarımla yazılana dönüktür bakışım.
Kuşkusuz sözü ettiğim seçilmiş bir kitaptır bu. “Yeni” dediğime bakmayın siz, iyi yazılan her kitap benim gözümdü yenidir. İsa’dan önce bir zamanda yazılan Lucretius’un “Evrenin Yapısı”nı kim “eski” bir kitap olarak tanımlayabilir ki?! Galileo dememiş miydi sonra; “eğer Evrenin Yapısı yazılmamış olsaydı ben bunları söyleyemezdim,” diye…
Gene de masama gelen, okura da yeni ulaşan iyi kitaplardan söz ediyorum elbette.
Benzer sözleri, şimdi notlar alarak okuyadurduğum Carlo Rovelli’nin “Gerçekçilik Göründüğü Gibi Değildir” kitabı için söyleyeceğim: Eğer Lucretius o kitabını yazmasaydı ne Albert Einstein, ne Stephen W. Hawking ne de Rovelli’ni yazıp ettiklerini bugün söyleyebilirlerdi!
Düşüncede süreklilikten söz etsek de, evrenin yapısını anlamaya/çözümlemeye dönük her söz, her deneyim yeni düşünce bizi bilinmezliklerin çözümüne yönelttiği gerçek. Ama gelin görün ki bunlarla ortaya çıkan gerçeklik ise hiç de öyle göründüğü gibi değil.
Yaşamda deneyim kadar düşünsel tözü var eden bilimselliğin araştırma yolu/yordamı da bizden merak tutku ister. Böylesi uğraşıları var eden yolculuklarda bunlarsız yol almanız güçtür.
İlkgençlik çağımdan beri Montaigne denemeleriyle başucu yazarımdır. Lucretius’a ilkin onun denemelerinde rastlamıştım. Adeta yol ve yön arkadaşı gibi söz ederdi Montaigne onun düşüncelerini yerine göre denemelerinde taçlandırırken. İşte bunlar da benim matematik ve fiziğe ilgimi kıvılcımlandıran söz akkorlarıydı.
Zamanla karşıma çıkan “Evrenin Yapısı”nı Tomris Uyar-Turgut Uyar çevirisinden (1974) okurken dünyamın sarsıldığını söyleyebilirim. Bir tür düşünsel ve duyusal depremdi bu. Meraklı bir okur olarak Galileo’yu, Einstein’ı, Hawking’i okurken de karşıma çıkan evren/zaman/kauntum fiziği gibi konulara kafa yorarken; zaman algısı/ döngüsünün yazınsal metinlerdeki işleyişine dönük yeni bir bakış edinmeye başlamıştım bile.
Şimdi, bugün bile, tutkulu bir bağlanmanın eşiğindeyken; duygusal aşkınlığın ne olabildiğini anlamaya/anlamlandırmaya çalışırken karşıma çıkan Rovelli’nin kitabı, daha önceleri okuduğum (ki , bu kitabına bir derkenar gibi gelen bence) “Fizik Üzerine Yedi Kısa Ders” kitabından yola çıkarak bir tür edebî fragmanlar yazmaya yönelmiştim…
Kuram/eylem/deneyimle gelenleri bir tür edebî bellek oluşturmada nerede/nasıl yorumlayarak değerlendirip dönüştürürüz diye de örnek metin alıntılarıyla edebiyatımızın modernlik çizgisindeki tamlığını/eksikliğini/kanonik yapısını sorgulamaya dönük bir tür “ders notları”ydı bunlar.
Sıklıkla yinelerim: edebiyat edebiyatın dışındaki disiplinlerle beslendikçe “yeni”yi/ “farklı” olana bulup çıkarır ortaya. Ötesi taklit, benzerlik, aynı kalıplarda sabun dökmeye benzer.
İşte yazınsal aşkınlıkla, yaşadığımız duyusal aşkınlığın bizi bilimde buluşturduğu nokta da o merak/araştırma/ incelemedir.
Sevdiğinize giderken de bu merakla, aşkınlık haliyle gidersiniz.
Lucretius’un zamanını bizim zamanımıza taşıyan da bu. Fizik kuramcısı Rovelli’yi o zaman buluşmalarında yeni söz söylemeye yönelten de bu işte; yani tutkulu yolculuğunun tözünü var eden merak, araştırma, karşılaştırma ve deneyimleri…
Bir dersimde şu tümcelerini iki kez okudum öğrencilerime:
“Evren karmaşık ve sınırsızdır, biz de onun yeni yönlerini keşfetmeye devam ediyoruz. Evren hakkında ne kadar çok şey öğrenirsek onun çeşitliliğine, güzelliğine ve basitliğine o kadar hayran oluyoruz.
Ama keşfettikçe, bilmediklerimizin bildiklerimizden daha çok olduğunu da fark ediyoruz. Teleskoplarımız güçlendikçe, gökyüzünde daha garip ve beklenmedik şeyler görüyoruz. Maddenin en küçük ayrıntılarına baktıkça daha derin yapılar keşfediyoruz. Bugün neredeyse, 14 milyar yıl önce gökteki tüm gökadaların doğduğu Büyük Patlama’ya dek geçmişi görebiliyoruz; bununla birlikte Büyük Patlama’nın ötesinde ne olduğuna şöyle bir gözucuyla da olsa bakmaya başladık bile. Uzayın eğri olduğunu öğrendik ve bu uzayın da titreşen kuantum taneciklerinden örülmüş olduğunu yavaş yavaş görmeye başlıyoruz.”
İşte tüm o başlama noktalarıyla insanlık her yeni’nin getirdikleriyle bilinmezliklerin ilmeklerini çözümlüyor. Bilim bunun için var. Edebiyat ise tümüyle bunları bize dönüştürerek anlatmak için yol arkadaşımız; aklımızın, duyularımızın, içsesimizin rengi soluğudur. Birini diğeri olmadan düşünemeyiz. Tıpkı ruh eşimizin gelip hayatımıza rengini, sesini, dokunuşunu yansıtması gibi.
Evet, hiçbir şey göründüğü gibi değil; aşk bile sevgili okurum.
Feridun Andaç – edebiyathaber.net (1 Ekim 2019)