Yalnızca tanıdığımız kişilerin eski hallerini, hakkında çok şey dinlediğimiz ölmüşlerimizin yüzlerini değil, hiç tanımadığımız hikâyesini bilmediğimiz, aileden biriyle yolları kesişen yabancıları da görürdük fotoğraf albümlerinde. Dijital dünyadan önce basılı fotoğrafların kuşağı çok iyi bilir bunu. Her baktığımızda içinde gizlenmiş anılar saklı bu fotoğraflar, tanıdık biriyle yan yana gelince anılarımızı tazeletip kendi zamanlarında yolculuğa çıkarırlardı bizi. “Göz, beyinle bağlantılıdır; beyin de sinir sistemiyle. Sistem kendi mesajlarını, geçmişteki her hatıradan ve o anki duygulardan süzerek bir spot görüntü şeklinde beyne gönderir.” der Virginia Woolf. Hepimiz kendi zihnimizde, anında hatırlanmaya hazır yüzlerce fotoğraf biriktiririz. Hafızada yer ederek donmuş olan fotoğraf karelerinin tek bir görüntüsü bile bizi kendi zamanına götürmek için yeter. Fotoğraflar, hem objektif bir kayıt hem de kişisel bir tanıklığı yansıtırlar. “Hafıza bir görüntü ister.” der Bernard Russell. Bu nedenle, iş hatırlamaya geldiğinde fotoğraflar, insan zihninde derin bir iz bırakma gücüne sahiptirler hâlâ. (Dijitalleşme çağında bilgisayarın sandığına girseler de.)
Fotoğraf Üzerine adlı eserinde, “Fotoğraflar yalnızca neye hayran kalınması gerektiğini göstermek için değil; aynı zamanda neye göğüs gerilmesi, acınması ve onarılması gerektiğini açığa çıkarmak için çekilmişlerdir” diyor Sontag. Bize ait olmayan fotoğraflara bakarken ne hissederiz peki? Bunu hiç düşündünüz mü? Her görüntüye belleğimizin dehlizlerinde yer var mıdır? Bunlar başkalarının acılarının, vahşetinin fotoğraflarıysa onları da hafızamıza alıp belleğimize kayıt eder miyiz? Yoksa kahvemizi yudumlayıp sessiz bir şekilde aklımızdan uçup gitmelerine izin mi veririz?
Modern dünyanın iletişim araçları sayesinde o kadar çok haberle karşı karşıya kalıyoruz ki. Kesintisiz görüntü bombardımanı (televizyon, filmler…) bütün hayatımızı kuşatmış durumda. Her gün dünyanın dört bir köşesinde olup bitenleri biliyoruz. Bir taraftan da her şeyden haberdar gibi davranmayı seviyoruz. Canlı olarak televizyonlarda savaşa tanıklık eden bir kuşak olarak şu soruyu sanırım hiç düşünmedik. Bunun yayınlamasındaki amaç neydi? Vay canına teknolojiye bak. Ne kadar ilerdeyiz. Savaşın naklen verilmesinde ki amaç bunu göstermek için miydi?
Baudelaire, “Günü, ayı ya da yılı ne olursa olsun, herhangi bir gazeteyi açıp da herhangi bir haberin herhangi bir satırında insanın sapkınlığının en ürkütücü izlerini görmemek imkânsızdır… Her gazete, ilk satırından son satırına kadar, bir dehşetengiz olaylar silsilesinden başka bir şey değildir. Savaşlar, işlenen suçlar, hırsızlıklar, cinsel sapkınlıklar, işkenceler, ulusların ve tek tek insanların kötülükleri; tam anlamıyla evrensel bir vahşet. İşte, uygar insanlar her gün sabah öğünlerini yemeye bu iğrenç iştah açıcılarla başlıyorlar.” diye yazar 1860’ların başlarında kendi dergisinde. Baudelaire bu satırları kaleme aldığı zaman gazetelerde henüz fotoğraf basılmıyordur. Fakat “onun, burjuvanın dünyanın dehşetlerini anlatan sabah gazeteleriyle kahvaltı masasına oturmasına getirdiği eleştirisi, şimdilerde iletişim aracılığıyla bizi hissizleştiren, giderek normal sayar hale geldiğimiz dehşete maruz bırakılışımıza yönelik çağdaş eleştirilerden pek de farklı değildir” diyor Susan Sontag Başkalarının Acısına Bakmak adlı kitabında.
Savaş fotoğrafçılığının tarihsel olarak dönüşümü hakkında bilgi verdiği kitabında; bu görüntüler için gerçekliği tam olarak gösteremese de (bazıları kurgulanmış olduğu için) yaşanmış acıların kanıtı olduklarını söylüyor yazar. Bize verdiği tüm bilgilerle hafızamızı tazelerken; ‘bir zamanlar bu dünyada çok kötü şeyler oldu. Olmaya da devam ediyor. Sen istersen kanal değiştir; bu gerçeklik bir gün senin karşına çıkacak’ diyor aslında. Dünyada çok fazla adaletsizliğin olduğu gerçeğini hepimiz kabul ediyoruz. Bunda bir sorun yok zaten. Sorun tepki vermemekte… Bu tepkisizliğimizin nedeni ne? (Genelleme yapmanın yanlış olduğunun farkındayım. Ama gene de yapacağım.) Fazla hatırlamanın verdiği acıyı kaldıramamaktan mı korkuyoruz… Tepkisizliğimizin suçlusu biz değiliz belki de? Bu konuda; “Modernitenin yurttaşları bir başka deyişle, seyirlik hale getirilmiş şiddetin tüketicileri, risk almadan olayların yakınında bulunmanın ustası olup, içtenliğin olanaklılığı konusunda en ufak bir tepki vermeyecek şekilde eğitilmişlerdir.” diyor yazar. Bunu da gerçekliğin ölümü (aklın ölümü, entelektüelin ölümü) olarak nitelendiriyor.
Bizi kendileriyle ilgilenmeye çağıran şeylerin çok fazla olduğu bir hayatta yaşıyoruz. Gerçekliğin seyirlik bir manzaraya dönüştüğü ve herkesin seyirci olduğu bir dünya bu… Herkes seyirlik bir şeyler paylaşmanın derdinde. Yenilen yemeğin fotoğrafı, alınan eşyaların, okunan kitapların yani her anın fotoğrafını paylaşan; bunu seyircinin önüne çıkaran, beğeni bekleyen bir toplum olduk. Gerçekliği öldürüyoruz farkında olmadan. Bizim için sadece bir bakış atacağımız karelerden fazla bir şey ifade etmeyen haber görselleri, diğer fotoğraflar gibi uzayın derinliklerinde kaybolup gidiyor böylece. Sonra tekrar bir resim, bir haber daha… Onları da yiyip bitiriyoruz. Tam bir görüntü oburuyuz. Bu kadar görüntünün arasında da gerçekliğimizi yitiriyoruz.
Vahşetin bugün cezalandırılması mümkün olmayan uzak geçmişte kaldığı dikkate alındığında; böyle resimlere bakmak sahiden gerekli midir? Bu resimleri gördüğümüzde daha iyi mi olacağız? (Geçmişte kaldıkları için.) Onlar bize gerçekten bir şey öğretirler mi? Zaten bildiğimiz (bilmek istediğimiz) şeyleri doğrulamaktan öte ne anlamları vardır? İşte tüm bu sorulara cevap arıyor yazar. Her gün onlarca öldürülen kadının, tek tek kişilerin, ulusların yaptığı kötülüğün fotoğraflarıyla yüz yüze kalırken; bir şey yapmamanın vicdan yüküyle ekranı değiştiren bizlerin de üzerinde düşünmesi gereken sorular bunlar. “Bize gösterilen bu savaşlar, genellikle doğrudan ya da dolaylı bir biçimde, ‘bizim’ adımıza yürütülmektedir. Bize gösterilen şey, dehşete düşürür bizi. Bundan sonraki adım, politik özgürlükten yoksun oluşumuzla yüzleşmek olmalıdır. Var oldukları şekliyle politik sistemler içinde, bizim adımıza yürütülen savaşlara fiilen müdahale etmemizi mümkün kılacak hiçbir yasal olanağa sahip değiliz. Bunun farkında olmak ve buna göre davranmak, fotoğrafın gösterdiğine tepki vermenin tek yoludur.” diyor John Berger de.
Geçmişteki vahşi savaşlar kalmadı artık ama dünyadaki kötülüğün de sonu gelmedi. Her gün ekranlarımıza sosyal hesaplarımıza düşen acının ve vahşetin fotoğraflarıyla, dünyanın kötülüğünü vicdanlarımıza yerleştirirken, sessizliğimizle bu kötülüğün devam etmesini sağlamıyor muyuz? Belki de iç dünyamızın derinliklerinde acılarla beslenen kötülük tohumlarına sahibiz. 1979 yılında, Marina Abramovic, adlı performans sanatçısı gösteri sanatları tarihinin en unutulmaz, en konuşulan ve belki de en korkunç gösterilerinden birini gerçekleştirir. Tüm gösteri boyunca tıpkı cansız bir obje gibi pasif kalacak olan sanatçının amacı kendini yaşayan bir sanat eseri olarak göstermektir. Bunun için gösteriyi izlemeye gelenlerin seçimine bırakılmış şekilde, bir masa üzerine birçok farklı eşyalar yerleştirir. Bu masada çiçekten çikolatalı keke, zincirden bıçağa kadar her türlü rastgele eşya bulundurur. Yani ziyaretçilerin iyiyle kötü arasında seçim yapma şansı vardır. Bu objeleri tüm ziyaretçiler istedikleri gibi kullanabileceklerdir.
İlk başlarda izleyiciler oldukça nazik ve iyi niyetlidir. Kimisi masadaki gülleri kadının eline verir, kimi ona kek yedirir bazıları ise saçlarını okşar onunla tokalaşır. Ancak aradan zaman geçtikçe ve performans uzadıkça işin rengi değişmeye başlar. Sanatçının hiçbir reaksiyon vermediğini fark eden topluluktan bazıları kadına daha sert bir biçimde vurmaya başlar. Az önce kadının elini sıkan, ona gül uzatan insanlar karşılarında gerçekten savunmasız birinin olduğunu kavradıklarında şiddet eğilimi göstermeye başlarlar. Bazıları kalemlerle kadının alnına boynuna yazılar yazar. Bazıları da cinsel tacizlere başlar. Sonunda kalabalık, kadının üzerindeki eşyaları makaslarla parçalayarak onu çırılçıplak bırakır. Vahşileşen çoğunluğa rağmen kalabalık içinde bulunan bir grup insan bu durumdan rahatsızlık duymaya başlamıştır. Ancak cesaret edip bir eylemde bulunamazlar. Ta ki kalabalıktan çıkan bir kadın, Abramovic’in gözyaşlarını silip ona sarılana kadar…
Bir performans sanatından daha çok toplumsal bir deneye dönüşen bu olay, çoğunluğun birbirinden cesaret alarak içindeki kötülüğü kolayca ortaya çıkarabilmesine karşın, bu durumdan rahatsız olan iyi niyetli kişilerin aynı dayanışma cesareti gösterememesinin ya da bu konuda geç kalmasının nelere sebep olduğunu gözler önüne serer aslında. Bizler tüm bu kötülükleri ve acıları izlemeye devam ettikçe (ve unuttukça), yeni teknolojiler de bize felaket ve vahşet görüntüleri yağdırmaya devam edecek.
“Hatırlamak için bir hafızamız varken, unutmamak için elimizde hiçbir şeyin olmaması; hayatın bize attığı en büyük kazıktır” der Murathan Mungan. Mungan bireysel acılar için söyler galiba bunu. Çünkü toplum olarak kolektif unutmanın yolunu bulduk biz: görüntü oburluğu. Bu oburluğumuz devam ettikçe de kötülüğün içinde boğulmaya devam edip, Sontag’ın dediği –gerçekliğin ölümü-nü sağlayan cellatlar olacağız her birimiz.
Tabii oburluğumuzu tedavi etmezsek…
Kaynak: Başkalarının Acısına Bakmak, Susan Sontag, Agora Kitaplığı
Havanur Taflan – edebiyathaber.net (26 Ekim 2020)