İşini çok iyi yapan insanlarda gördüğüm ortak özelliklerden biriydi; yaptığı kadar iyi anlatamamak. Sıradanlaştırma, basite indirgeme ya da mütevazilik, adına ne dersek diyelim. Yaptığı işi yazmak ise imkansıza yakın bir eylemdir böyleleri için. Bu roman; yıllarca işini çok iyi yapmış bir emniyet müdürünün, yazma zorluğunun da başarıyla üstesinden geldiği bir armağan okurlar için.
Polisiye severler için şu güzel haber ile başlamak yerinde olur sanırım. Fenomen (Şeytan Tüyü), Ercan Taştekin’in cinayet romanları serisinin ilk kitabı. SRC Kitap’tan çıkan bu roman, kısa sürede ikinci baskısını da yaptı.
Bir sosyal medya fenomenin beklenmedik bir anda ortadan kaybolması ve yapılan kayıp ihbarı üzerine başlatılan soruşturmalar, iz sürmeler, takipler ve araştırmalar perdeler halinde sahneleniyor. Bu yöntem, okuyucuların arada soluk alması için düşünülmüş olmalı. Kalkıp çorbanın altını kapatabilir, çamaşırları çıkarabilir, çayınızı kahvenizi tazeleyebilirsiniz. Tabi bir solukta okumak da mümkün. Tercih sizin.
Ana karakter Kemal Başkomiser’in dilinden ve gözünden şahitlik ediyoruz bu kovalamacaya. Daha ilk sayfalardan itibaren okuyucuyu içine çekmeyi başaran bir akıcı üslupla ilerliyor sayfalar. Betimlemeler ve detaylar okuma zevkini görüntüleme safhasına geçiyor bir anda. O yüzden görüntülü roman tanımını hak ediyor.
Fazlaca detaya boğmuş hissi verebilecek bir risk almış yazar. Okudukça anlaşılıyor ki; bilinçi ve bir o kadar da doğal bir detaycılık bu.
“Gece gündüz floresan lambalarla aydınlatılan gri renkli koridorda hızlıca ilerleyip siyah deriyle kaplı kapısı açık odamın önüne geldim.”
“Siyah renkli cam masamın hemen önündeki siyah koltuklarda…”
“Lacivert spor ayakkabı, kot pantolon ve açık mavi uzun kollu spor gömlekli Muzo ayak ayaküstüne attı.”
Bu bilmeceyi okurla beraber çözmek istiyor yazar. Kişilere, mekanlara ve olaylara Kemal Başkomiser gözüyle bakabilirseniz, faili birlikte bulabilme fırsatı için bir oryantasyon eğitiminden geçiriyor. İşte o yüzden bunca detay. Kelimelerin sesler çıkardığı ve hareket ettiği bir kovalamacada hiç bir ipucunun atlanmaması gerektiğini vurguluyor.
“Sebebi bulan, konuyu çözer.” yaklaşımı, bu romanın kilitleri açan anahtarı sanırım. Sadece bu romanın değil, karşılaştığımız bireysel ve toplumsal bütün sorunların da kilidini açacak bir anahtar.
Kemal Başkomiser, bir orkestra şefi gibi yönetiyor ekibini. Kimin ne zaman, hangi notaya basması gerektiğini çok iyi biliyor. Bunu yaparken, her bir müzisyene hem güveniyor, hem inisiyatif veriyor, hem de yönlendiriyor. Aklındaki sorulara birlikte cevaplar ararken hem öğreniyor hem öğretiyor.
Ana olay örgüsünün dışına çıkılan zamanlarda dersler sunuyor hayata dair.
“Sadece kendimizin dürüst olması yetmez. Başkasının hırsızlığının üzerine gitmeyen de o suça ortaktır.”
İnişler ve çıkışlar okuyucunun ilgisini canlı tutuyor sürekli. Ekibin bir parçası da olabilirsiniz okurken ya da Kemal Başkomiser’in kendisi. Uykusuz kalıyorsunuz, yoruluyorsunuz, heyecanlanıyorsunuz, üzülüyorsunuz, kızıyorsunuz, seviniyorsunuz, sevindiriyorsunuz. Telefonunuza gelen bir mesajla yerinizden fırlayıp bir olayı çözmeye çalışırken yepyeni bir olayın ortasına koşuyorsunuz. Kaptırmışsınız kendinizi. Tüm hücrelerinizle odaklanmışsınız işinize. Bir anda tekrar çalıyor telefonunuz. Bir aileniz olduğunu hatırlatıyor. Maydanoz ve yeşillik siparişi alıyorsunuz eşinizden. Neyin ne olduğunu dinleyelim, Kemal Başkomiser’in dilinden:
“Cinayet polislerinin yetiştirilmesiyle ilgili eğitimci olarak katıldığım kurslarda dedektiflerin yaptığı en can alıcı hatanın ‘kendilerinin oldukça önemli iş yaptığı algısıyla’ yaşamın akışı içerisinde sorumluluklarında bulunan diğer işleri hafife almaları, olduğunu anlatırdım. Bunun için de “Siz tam bir ceset incelerken eşiniz arar maydanoz ister, siz de ‘Yahu ben neyle uğraşıyorum, o ne peşinde’ derseniz bu büyük bir hatadır.” Örneğini verirdim. Hakikaten kendini önemli işlerin adamı görme kibri, cinayet dedektiflerinin en fazla tutuldukları psikolojik rahatsızlıktır.”
Okuyucunun Kemal Başkomiser’i içselleştirmesi başarı ile sağlanmış. Yan karakterlerle sıkı bir bağ kurabilmek için yeterince ayrıntı yok gibi. “Bu ekibin amiri benim. Varsa bir mevzu bana sorun ya da ben size gerektiği kadar bilgiyi veririm.” mesajı olarak da algılanabilir bu durum. Bilmesi gereken prensibi olarak da tanımlanabilir. Yazarın bu tercihini, olaylar bütünü içerisinde ve anlatım tekniği açısından bir eksiklik olarak değerlendirmek doğru olmaz elbette. Fakat, bazı karakterler hakkında daha fazla detaya sahip olma isteği oluşuyor okurken ister istemez.
Çözülmesi gereken bir kayıp vakası var elinizde. “Tamam çözdüm.” dediğiniz anlar olacak eminim. Ekip arkadaşlarınıza bakıp “Nasıl düşünemedik bunu?” diye başınızı ellerinizin arasına alacağınızda. Neyse ki Kemal Başkomiser ekibin amiri. “Çözemeyeceğinizi düşündüğünüzde çözemezsiniz.” diyerek toparlayacak sizi.
“Zanlarımızla, suçsuzları incitmemek ve eğer varsa da suçluyu yakalamak için kılı kırk yarmaya” gideceksiniz.
Bakalım, “bir masum için katil algısı mı yaratacaksınız” yoksa “bir caninin elini kolunu bağlayıp hapse mi atacaksınız”? Buyrun, işin içinden çıkma sırası sizin.
edebiyathaber.net (20 Ağustos 2024)