“Cervantes Ödülü” sahibi İspanyol yazar Juan Goytisolo’nun yazdıklarını daha iyi anlayabilmek için dilinden ziyade yaşantısına vakıf olmak gerekiyor. Öz geçmişine şöyle bir göz attığımızda bile onun ‘yeryüzünde bir sürgün’ olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz: “1931’de Barcelona’da doğdu. Babası İspanya İç Savaşı’nda hapse atıldı, annesi ise Franco’nun ilk hava akınında ölenler arasındaydı. Genç Goytisolo Komünist Partiye girdi, daha sonra Paris’e sürgüne gitti. Ömrü boyunca büyük bir Franco düşmanı olacak, ülkesi İspanyayı da kıyasıya eleştirmekten geri durmayacaktı. Ülkesine ve Batı’ya olan mesafeliliği ve Doğu’ya olan büyük ilgi ve tutkusu onu farklı bir eleştirel konuma yerleştirmiştir. İspanyolca ve Katalancanın yanı sıra Fransızca, Arapça, Türkçe ve İngilizce konuşur. 1993-1996 yılları arasında Bosna, Çeçenistan ve Cezayir savaşlarını gazeteci olarak takip eden Goytisolo, 1996’dan bu yana Marakeş’te yaşamaktadır. Eserleri 25’den fazla dilde çevrilen yazarın Osmanlı’nın İstanbulu ve Kapadokya’da Gaudi’nin izinde adlı kitapları da bulunuyor.”
Goytisolo’nun Kapadokya’da Gaudi’nin İzinde kitabı geçtiğimiz günlerde Alef Yayınevi tarafından okura sunuldu. Kapadokya izlenimleriyle başlayan kitap, Konya, Edirne, İstanbul, Kahire ve Marakeş’e de yolumuzu düşürüyor.
Kapadokya, Konya, Kırkpınar…
Kitabın giriş metni olan “Kapadokya’da Gaudi’nin İzinde” şöyle başlar: “Nevşehir- Ürgüp yolu, Göreme ve Zelve’nin kayalara oyulmuş ünlü kiliselerine giden Avcılar Vadisi’ne doğru sola kıvrıldığında, Barcelonalı gezgin şaşırtıcı ve alışılmadık ama yine de, bölük pörçük ve inatçı bir aşinalık izlenimini büsbütün yok etmeyen bir manzarayla karşılaşır. Yol, Üçhisar’ı geçtikten sonra yokuş aşağı kıvrılıp büküldükçe, çevresindeki büyüleyici manzara bildik görüntüleri anımsatır ona. Hiç farkına varmadan, Kapadokya’yı Barcelona’dan ayıran uzaklık ortadan kalkar: İçinde gezindiği inanılmaz uzam onu engellenemeyecek bir biçimde Gaudi’nin önce yaratımına götürür.”
Kapadokya’da Barcelonalı ünlü mimar Gaudi’yi ‘bulan’ Yazar, onun izleriyle karşılaşabileceğini hiç düşünmemiştir! Kurgu ve gerçeğin iç içe geçtiği bu metindeki anlatım son derece akıcıdır: “Kimi zaman, bir mağaranın gölgeliğine sığındığında, onun otlarını kaynattığı tencere ya da metal kaplardan birini, dumanı üstünde ve hazır, seni beklerken bulacaktın: Susamış, yorgunluktan perişan, bitki çayını dikkatle yudumlayacak, bir süre sonra bedeninin çevikleştiğini, hafifleyerek zamanın ve mekânın sınırlarından uzaklaştığını fark edecektin: Zelve’nin mantar biçimli sütunlarıyla sabit topaçları arasında başlayan gezintin, kesintiye uğramadan, Pedrera’nın mozaik saçaklarına, terasına ya da Güell Parkı’nın upuzun çiçekli yollarına uzanacaktı.”
Sadece Kapadokya’ya değil Konya’ya ve Kırkpınar’a da yolu düşer Goytisolo’nun. Yer yer didaktik yer yer romantik bir dille anlatır anlatacağını. Mevlânâ’yı ve onun izinden gidenleri -adeta- bir kamera gözüyle izler ve kaydeder. Semazen Dervişler’de Mevlevilikle ilgili bilgiler de verir: “Ulaşılmak istenen kutsal esriklik, evrensel düzenin, dünyanın ve gezegenlerinin dönme deviniminin aynasıdır. Yaşam, zaman, yıldızlar sürüp giden bir dansla, kendi eksenlerinde dönüp duruyorlar. Onlarla bağlantı kuran sema’yla bütünleşir: Niye yeşil bitkiler gibi toprağa yapışıp kalıyorsun? Hoşluğun özü senin hareketlerin değil mi? Yalnızca birleşme yolunu seçenler, doğanın sırlarını anlayacaktır.”
Goytisolo, bilgiler vermekle kalmaz bir yandan da sorgular: “Çileci bir deneyimin salt sanatsal bir olaya indirgenmesi sema’nın dayandığı varsayılan temelleri bir şekilde zedelemez mi? Aşkla yanıp tutuşmanın mistik parıltısını, bilgiyle aşkın baş döndürücü mahrem kaynaşmasını? Dansın, vecdi ateşleyici önemi, gösteride, üstelik turistlerin hizmetine sunulan bir gösteride teşhir edilince, anlamını yitirmez mi acaba?”
Kimi zaman öyküsel kimi zaman belgesel
Türk Gibi Güçlü yazısında “Hiçbir güreş türünün son anlarında, Kırkpınar’ınkilerden daha güzel bir oyun ya da mücadele yoktur.” diyen Goytisolo, Ölüler Şehri’nde ise Kahire’deki ölülerle iç içe yaşayan insanları anlatır. “Ölenin akrabaları, arkadaşları tabutu sırayla, nerdeyse dans edermişçesine indirip kaldırarak omuzlarda götürüyorlardı; arkalarında yas giysilerine bürünmüş kadınlar, tek bir hareket bile yapmadan, çığlık atmadan cenazeye mezarlığa dek eşlik ettiler.”
Palimsest Kent deneme diliyle yazılmış bir metindir: “Mimarisi, törenleri ve töreleri, planı, sokak adları ve geçmiş dönemlerden kalma diğer binlerce iz, kent tarihin metinlerini sürekli bir biçimde üretmesini sağlayan kodlanmış programlar olarak ortaya çıkarlar. Kent, kendi geçmişini hiç durmamacasına üreten bir işleyiştir; böylece uygulamada geçmişle yaşanılan güne eşzamanlı rastlama olasılığı da olur. Bu açıdan yaklaşıldığında, kültür gibi, büyük kent de zamana karşı koyan bir işleyiştir.”
Mağrip İslamında Evliya Kültü’nde ise “Marakeş’ten Urika Vadisi’nin sonundaki Si Fatma’ya yapılan yolculuk, sanki resimli bir coğrafya dersini bir saatlik süreye sıkıştırarak anlatır.” Goytisolo’nun kimi zaman kimi zaman öyküsel, kimi zaman belgesel anlatımıyla renklenen metinler okuru düşsel bir dünyanın kapısına bırakır. Onun ülkemizde bulunuş sebebinin belgesel çekimleri olduğunu düşünürsek (1980’li yılların sonunda Rafael Carratalá’nın yönetmenliğini yaptığı Alquibla belgeselin metinlerini Juan Goytisolo yazmış.) kitaba görsel bir anlatının hâkim olma sebebini de anlarız.
Kitap, gezi edebiyatına dâhilmiş gibi gözükse de aynı zamanda bir öykü, bir deneme, bir belgesel kitabı gibi de okunabilir pekâlâ. Tür ve anlatım sınırlaması olmadan, çok çeşitli tekniklerin kullanıldığı bu kitapta hem yazarın iç sesini duyarız hem betimlemelerini… Bu sebeple Kapadokya’da Gaudi’nin İzinde’nin tarzı oldukça özgün gelecektir size, okurken. Belki nazarlık olarak şu söylenebilir: Kimi zaman oldukça derin bir anlatımı olan kitap, kimi zaman epey sığlaşabiliyor. Son bir ek: Çeviriden mi kaynaklı tam bilemiyorum ama yazarın “vecit” halini de tam kavrayamadım doğrusu. Belki “vecd” diye bildiğimdendir o coşku/nluk halini. Kim bilir!
Merve Koçak Kurt – edebiyathaber.net (22 Ocak 2016)