Söyleşi: Elif Şahin Hamidi
Gözde Demirel’in ilk romanı Ah Minel Hayat, incecik, hepi topu 96 sayfalık bir roman. Ama gelin görün ki Demirel, hacimce küçük bu romana 1933 yılı Bursa’sında başlayan, 1944 Ankara’sı ve 1956 Eskişehir’ine uzanan, derken 1966 İstanbul’unda son bulan kocaman bir hikâye sığdırmayı başarmış. Demirel’in zamanda, mekânda ve kahramanlar arasında ileri geri sıçramalar yaparak kurduğu bu özenli hikâyede, bir yandan Bursa’daki Canipzade İpek Atölyesi’nde yaşanan emek sömürüsüne, işçi-işveren ilişkilerine tanıklık ediyor, diğer yandan kedimizi Ankara’daki bir casusluk macerasının orta yerinde buluyoruz. Ardından Eskişehir’e uzanıyor ve göç etmiş, toprağını geride bırakmış bir ailenin acılarına ortak oluyoruz. En sonunda da bütün kahramanlarla birlikte İstanbul’da, Emek Sineması’nda “Ah Güzel İstanbul” filmini seyre koyuluyoruz. Gözde Demirel ile tarihe bir not düşmek adına Emek Sineması’nda noktaladığı romanı Ah Minel Hayat’ı konuştuk:
Ah Minel Hayat, 96 sayfalık incecik bir roman. Ancak pek çok hikâye ve koca bir tarih sığmış içine. Şu açıkça görülüyor ki bu kısacık roman için uzun ve detaylı bir okuma, araştırma serüveniniz olmuş. Nasıl doğdu bu roman?
Benim için yazmak biraz biriktirmek ve ardından onları bir nefeste kâğıda dökmek aslında. Krep Keriman’la başladı Ah Minel Hayat’ın başlangıcı. Bir Bursalı olarak Bursa’nın tarihini okurken, bir satır arasında Krep Keriman diye bir kumaş üretildiğini duydum, ardından acaba o kumaşı üretenlerin Krep Keriman’dan bir elbiseleri olma şansı var mıdır diye düşündüm. Ardından da hikâye kendi kaderini yazdı aslında.
Tabii bunun ardından da diğer tüm hikâyeler için kurgunun sağlam olabilmesi adına ciddi bir araştırma ve bunun yanında da o dönemin hala yaşayan tanıklarıyla konuşup, onlardan nasıl bir ayrıntı kapabilirim süreci oldu. Örneğin, Eskişehir’de geçen Yeniliğe Doğru biraz da annemlerin öyküsü. Anne tarafından Romanya göçmeni bir aileden geliyorum. Babam ise o 1960’ların ve 70’lerin İstanbul’unu doya doya yaşamış bir insan; bana küçükken masal diye, biraz da süsleyerek anılarını anlatırdı. Tüm bu birikimleri bir araya getirince de Ah Minel Hayat çıktı ortaya.
Ah Minel Hayat’ta ayrıca değişim ve dönüşümün sadece İstanbul’da ya da hep konuştuğumuz Cumhuriyet döneminde veya 80 darbesi sonrası zamanlarda değil, Türkiye’nin her on yılda bir yaşadığı dönüm noktalarıyla da hayatların değiştiğini göstermek istedim.
Farklı zaman dilimlerine ait farklı birkaç konuyu, kısacık bir metinde bir araya getirmek, kusursuz bir kurgu ile ortaya koymak çok kolay olmasa gerek diye düşünmeden edemiyorum. Tombulca bir kitapta daha rahat anlatılabilir miydi bu hikâye?
Öyküleri, anlatmak istediklerinin dışında bilinçli olarak daha uzun tutmamaya çalıştım. Öykülerin bir anda belirip, okuru içine alıp sonra veda etmesini istedim. Sanırım bu benim yazı stilimle de alakalı.
İlk bölümde, Bursa’daki ipek atölyelerinde yaşanan emek sömürüsüne tanıklık ediyoruz. “Krep Keriman” denen o ipekli kumaşın üretimi için genç kadınların yanan ellerine yakından bakıyoruz. 1933 yılında yaşanıyor bütün bunlar, ancak geçmişten bugüne pek de değişen bir şey olmadığını bilmek neler düşündürüyor size?
Aslında Ah Minel Hayat’ı yazarken, beni en çok yazmaya iten konulardan biri de buydu. Zaman değişiyor, mekânlar insanlar değişiyor, dünya değişiyor ama hepimiz aslında aynı duyguların, benzer haksızlıkların, mutluluk ve mutsuzlukların etrafında yaşıyoruz. Ne yazık ki bugün belki çocuk işçilerin, genç kadınların ya da adamların elleri ipek tezgâhlarında yanmıyor ama iş kazaları, ağır iş koşulları hala farklı üretim alanlarında devam ediyor. Bu bana elbette kötü hissettiriyor ama öte yandan da, mitolojide Pandora’nın kutusunda sadece umut kalır ya en sonunda, umut ve bu nedenle mücadele her zaman var diye düşünüyorum.
Kitapta, toplumdaki bütün anlaşmazlıkların, sorunların, çatışmaların, ayrılıkların temelinde değer yargılarının, ezberlerin, toplumsal ve dinsel normların yattığını da açıkça görebiliyoruz. Örneğin Danyal, kadının yerinin evi olduğunu ve kocasının sözünü dinlemesi gerektiğini söylüyor Hüsnü’ye. Yüzyıllardır hüküm süren örf, adet ve töreler nasıl hükümsüzleştirilebilir sizce? İnsanlar “değer” sandıkları geleneklerin, törelerin, değer yargılarının “değer” olmadığını nasıl görecekler?
Hepimiz, en yok diyenimiz bile çeşitli ön yargılar ve toplumsal kalıplarla yaşıyoruz bence. Sadece bir kısmımız hayatımızı bunun etrafında şekillendiriyoruz, bir kısmımız bununla mücadele etmeyi seçiyoruz. Bence deneyim, farklı insanlar tanımak ve onları anlamaya çalışmak ön yargıları ve bunların yarattığı örf ve adetleri değiştirmek için en önemli noktalar. Empati yapabilmeyi gerçekten öğrenirsek, yargılamayı da o kadar bırakacağız gibi geliyor. Tabii bu noktada eğitim, ama özellikle araştırmaya, sorgulamaya dayalı eğitim de büyük önem kazanıyor bence.
Eğer siz bir insana çocukluktan itibaren sorgulamamayı, kabul etmeyi öğretirseniz, gün gelir o da örf ve adetler doğrultusunda insanları yargılar. Bana göre öncelikle “neden” diye sormayı ve sorgulamayı öğretmemiz ve öğrenmemiz gerekiyor.
Gazeteci Hilmi, emeklerinin karşılığını alamayan genç ipek işçilerinin durumunu bir haber yaparak duyurmak istiyor. Kafasını kuma gömmüyor. Emin Özdemir “Kurmaca Kişiler Kenti” isimli kitabında şöyle diyordu: “Roman kişileriyle yaratıcılarını kesin çizgilerle birbirinden ayırmak, olanaksız gibi geliyor bana. Tümüyle doğrudur demiyorum ama romancıyla kişileri arasında bir etkileşim vardır”. Hilmi ve sizin aranızda böyle bir etkileşimden söz edilebilir mi?
Hilmi karakterini oluştururken, kendi varoluşunu oluşturmaya çalışırken toplumsal duyarlılıklardan yararlanan bir karakter olarak düşünmüştüm. Bir de yerel basının gücünü, hala bir şeyleri değiştirebileceğini karakterin üzerinden anlatmak istemiştim. Ama eski bir gazeteci olarak sanırım kendimden de bir parça kattım. Sizin dediğiniz gibi, bazen yazmanın o derin sularında karakter ve yazan arasındaki çizgiler belirsizleşiyor. Ben yazarken bu daha çok, bir anda kendimi karakterlerin dünyasında hissetmem şeklinde oluyor. Ayrıca yazarken seçtiğim konu illa ki benim de kafamda dönüp dolaşan sorulardan, bunlara kendimin aradığı cevapları bulma yolculuğundan ibaret biraz da. Ernest Hemingway’in çok sevdiğim bir sözü var yazmaya dair: “Yazacak hiçbir şey yok, yalnızca daktiloya oturup içinizi dökersiniz”.
Ah Minel Hayat’ta da aidiyet yaratma uğraşı, üstüne çok düşündüğüm, kendi hayatımda da dünyanın şehir ve ülkeleri boyunca seyahat ederken çözmeye çalıştığım bir konu. Bir şekilde kitapta da kendine yer buldu. Bilinçli ya da bilinçsiz, her yazı sürecinde kendimizden parçalar kattığımızı düşünüyorum. Ancak dediğim gibi bu otobiyografik bir anlatıdan ziyade, sorularıma cevap arayışı şeklinde oldu benim için.
Yazmak ve yaşamak arasındaki bağ üzerine konuşabilir miyiz biraz da?
Benim için yazmak ve yaşamak tamamen iç içe geçen bir süreç. Yaşamadan, hayatı deneyimlemeden sadece hayal ederek bir yazı süreci oluşturabileceğime inanmıyorum. Bu noktada bazen yaşamak gerekiyor benim için, yazamadığım, yazmaya çalışsam da hayatın daha ağır bastığı noktalar oluyor. Aynı şekilde bir kurgu ile çalışırken kendimi eve kapatıp ya da çok sevdiğim bir sokaktaki kafeye atıp saatlerce yazdığım, başka hiçbir şey düşünmediğim oluyor. O yüzden yazmak ve yaşamak, aynı terazinin iki kefesi gibi sanırım benim için. Bazen birinin ağır bastığı, bazen dengede ilerleyen bir terazi…
Sürülmüş, yerlerinden yurtlarından edilmişlerin hikâyeleriyle karşılaşıyoruz kitapta. Mösyö Albert ve Gila, Hayri Usta ve ailesinin hayatları sürgünde geçiyor. Bugün de yeryüzünde insanlar hala göçe mecbur bırakılıyor. Kitapta şöyle bir cümle var: “Göç etmemiş, toprağını bırakmamış insanlar için yeni gelenleri yargılamak ne kolaydı”. Ama diğer insanların yaşadığı acıları, sıkıntıları anlamak için illa aynı sıkıntıları yaşamış olmak şart değil. Örneğin savaşın ve ölümün dehşetini anlayabilmek için savaşın içinde yer almak gerekmiyor. Neden bu kadar zor bir başkasının acısını anlayabilmek, acısına ortak olabilmek, empati kurabilmek?
Reel olarak hissetmediğimiz acıları çok içselleştiremiyoruz galiba. Herkese kendi yaşadığı en özel, kendi acısı en büyük geliyor. Tabii ki elbette öyledir, buna da itiraz etmiyorum ama bizim hissettiklerimizi, başkalarının da hissettiğini düşünmenin de empati kurmamıza yardımcı olacağını düşünüyorum. Biz savaşı ya da sürgünü yaşamadıkça ne yazık ki bunlar bizim için bir öykü, bir dinleti oluyor bir yerden sonra. Üstelik sıradanlaşıyor. Örneğin, şu anda bile dünyanın dört bir yanında çatışma var, bizim için on saniyelik, çoğu kez kanalı değiştirdiğimiz bir haber… Bence biraz da empati kurabilmek, anlamak ve böylece bir şeylerin değişmesine katkıda bulunmak için kendimizi de zorlamamız gerekiyor. Yani kolaya kaçmamamız…
Romandaki bütün karakterleri tarihi Emek Sineması’nda bir araya getiriyorsunuz. Sandra “kararlı adımlarla Emek Sineması’na doğru yürüyecekti. Sinemanın yıkılmaması için. Tarihin kaybolmaması için”. Ama Emek Sineması ne yazık ki yıkıldı. En azından edebiyat aracılığıyla tarihin kaybolmaması için, tarihe not düşmek derdiyle de orada buluşturmuş olabilir misiniz kahramanlarınızı?
Tam olarak bu nedenle, özellikle buluşma mekânı olarak Emek Sineması’nı seçtim. Sonuçta Emek Sineması’nın yıkılmış olması, onun ya da onun gibi İstanbul’un nice kaybolan değerinin var olduğunu değiştirmiyor. Ne yazık ki, şu an İstanbul’un çehresinin değişmesine, tarihi yapıların yerini hızlı tüketimin almasına engel olamıyoruz. Ben dahil bir çoğumuzun kendi hayatlarının konforlu alanını bırakıp toplumsal, güçlü ve güçlü olduğu kadar da süreklilik gösteren bir tepkiye dönüştüremeyişimiz bence bunun nedenlerinden biri. Emek, benim ve ben gibi birçok kişinin kişisel tarihinde ayrı bir yere sahip. Biraz klişe bir cümle olacak, ama yıkılsa bile anılarımızda hala var Emek Sineması. Ben de onca sevdiğim İstanbul’un, yitip giden zamanların simgelerinden birini anımsak, anımsarken tarihe kendimce bir not düşmek istedim.
Elif Şahin Hamidi – edebiyathaber.net (11 Eylül 2017)