Gözde Kurt, önemli bir edebiyatçı olmasına karşın yeterince tanınmayan bir yazar. Edebiyat Haber okurlarına yazarlığa, kitaplarına, dünyaya ve son romanı “Köprüde Durup Beni Öpmesini Bekleyeceğim”e olan bakışını anlattı:
İlk romanınız Kozanın Tereddütü, ilk öykü romanınız Ölü Çiçekler Müzesi ile ikinci romanınız Köprüde Durup Beni Öpmesini Bekleyeceğim’in yayınlanma tarihleri arasında uzun bir süre var. Neden bu kadar ara verdiniz?
İkinci kitabım çıktıktan sonra seyahat etmeye başladım. Üç yıl belli bir düzenim olmadı. Olmasını da istemedim aslında. Ama yazmak biraz da olsa düzen ister, kafanızın içinde değilse bile elinizin altında bir düzen tutturmuş olmalısınız. Döndükten sonra bir süre, geride bıraktığım “yolu hazmetmekle” geçti. Kilometreleri kastetmiyorum sadece. Bir de zorla olmuyor bu işler, hiç “Yazmam lazım” demedim. Geliyor kendiliğinden. Vaktini kendi seçiyor.
3 sene süren, Latin Amerika, Küba ve Avrupa ülkelerini kapsayan seyahat günleriniz var. Bu seyahat sürecinizin size, kitaplarınıza ve yaratıcılığınıza katkılarından bahseder misiniz?
Yoldayken hiçbir şey anlamıyorsunuz, dönüp yerinize oturunca başınız dönüyor. O zaman bir gelgit yaşadığınızın farkına varıyorsunuz. Gece uyumaya çalışırken, sabah çay içerken ya da otobüste otururken, seyahatlerimde yaşadığım ya da gördüğüm alelade şeyleri hatırlayıp kaleme kağıda sarılıyorum. Ama o sırada hiç de görmemişim mesela, yaşadığım şeyin değerini. Yolculuklara alıştığınızda, düzen ve süreklilik azıcık canınızı sıkıyor. Ama üretmek için biraz durmak gerek sanki.
Son romanınız Köprüde Durup Beni Öpmesini Bekleyeceğim’i yazma sürecinizden bahseder misiniz?
İnsanları ve kafalarını çok kurcaladığım bir hikaye Köprüde Durup Beni Öpmesini Bekleyeceğim… İşin içinde sadece bildiğimiz, anladığımız kafalar olmasını istemedim, örneğin ben kuzey insanını anlamam hiç, acayip dingindirler, hayatla kavga etmezler. Bunun refah seviyesiyle ilintili olduğunu düşünebiliriz ama sadece bu mu? Hani en olmadı canlarına kıyıyorlar, o kadar rahatlar hayatla kurdukları ilişkide. 2015 yılında Norveç’e gittim, kıştı. İşin sırrı coğrafya… Bunu anladım. Etrafınızın sessizliği kafanızdaki sesleri bir süre sonra siz farkına bile varmadan susturuyor. Çok etkilendim o buz gibi memleketten. Oraya gitmeden yazmaya başladığım romanım, bu seyahat sonrasında Trondehim’daki bir köprüde sonlandı.
Romandaki karakteri nasıl oluşturdunuz? Başkahraman ile aranızda kurduğunuz bağ nedir?
Hikayelerin başkahramanları, aslında hiç konuşmayanlardır. Köprüde Durup Beni Öpmesini Bekleyeceğim’in başkahramanı ise hiç konuşmayan Gülden. Gülden dertli, hem de çok. İçi hep kan ağlıyor. Zeki Demirkubuz’un bir yazısını okumuştum “Acı çekmek tercih değildir” diyordu. Gülden de öyle, dünyanın tüm ayıplarından mustarip ama bu yolu kendi seçmemiş. Onu bize anlatan ve ismini bilmediğimiz genç kadınsa yardımcımız, rehberimiz bu hikayede. Ama bir bakıyorsunuz, o da kendi hikayesini yazıveriyor farkına bile varmadan. İkisi de sürüklenip duruyor, yollar onları nerelere ve nelere savuruyor, yardımcımız bize bir bir anlatıyor. Gülden’in akıbetini öyle merak ediyordum ki yazarken, peşine birini taktım, yani anlatıcımızı. Elbette bir de erkek var işin içinde, dibe doğru sürüklenen bir kadının yanında duracak kadar cesur ve yakışıklı bir Norveçli. Anlatıcımız onun cazibesine kapılıyor bir noktada ve işte orada kendi hikayesi başlıyor.
Romanınızın adını koyarken nereden ilham aldınız?
Romanda geçen köprüler, köprücükler… Hep bir yere varma, karşı kıyıya geçebilme ve hayatta kalabilme içgüdüsüyle ilgili. Köprüler beklenti doludur, geçtiğiniz taraftan mutlaka bir şey beklersiniz. Bu metaforu kullanmak istedim.
Köprüde Durup Beni Öpmesini Bekleyeceğim için, aşkının peşinden giden bir kadının hikayesi gibi gözükse de aslında amacı olmayan bir kadının, amaç yaratma hikayesi de diyebiliriz. Başkahramanınız bu açıdan bir ilham kaynağı olarak görülebilir mi?
Ne istediğini bilmeyen, dertli bir nesiliz. Akıntıya kapılmaktan imtina edecek kadar da korkağız. Bu bir sürüklenişin, kendini bulmaya dönüşmesinin hikayesi. Bizler hayata, hayatın getirdiklerine, çoğunlukla da acıya karşı koyarız, savaşırız onunla, bilirsiniz. Acıdan korumaya çalışırken de daha çok acıtırız kendimizi. Burada ismini bilmediğimiz ve hikayeyi ağzından dinlediğimiz genç kadın bize, biraz da kendi hatalarının sonuçlarıyla nereye olursa olsun sürüklenmeye gönüllü olduğu andan itibaren aslında nasıl rahatladığını ve işin sonunun nasıl doğru yere çıktığını gösteriyor. Tekamül yolunda kırk fırın ekmek yememiz gerek, ilk adımsa karşı koymamak.
Yazmak sizin için ne ifade ediyor?
Hayattaki tek gerçek amacım. Yani, kendimin ve hayvanlarımın karnını doyurmak ve uyumak dışında.
Yazdıklarınız kendi hayatınızdan izler taşıyor mu?
Taşımıyor desem yalan olur. Ama çok da anlatmamak gerek sanki?
Yazarken kendinizi en iyi hissettiğiniz yer neresi?
Aynı yerde sürekli çalışmak bir süre sonra boğuyor beni. Evde iki çalışma masam var iki farklı odada. Ama bazen ev de boğuyor. Defterimi alıp dışarı çıkıyorum. Park, çay bahçesi, sahil. İstanbul bu… Havası bedava.
Okumaktan keyif aldığınız isimler kimlerdir?
Dostoyevski benim için pirdir, biraz acımasız bulurum onu, fazla dürüsttür yazıları, mutlu etmez. Acı çekmek istiyorsak Dostoyevski okumalıyız. Tolstoy’un nahifliğini severim, kadınları çok iyi tanıdığını düşünürüm. Rus yazarların çoğuna bir sempatim var. Orhan Pamuk beni lise yıllarımda çok etkiledi. Romancı olmaya karar verdiğim anı hatırlıyorum. Bahçede, taşa yatmış Yeni Hayat okuyordum. İlhan Berk, Turgut Uyar, Virginia Wolf, Poe, Tanpınar, Sabahattin Ali, Peyami Safa, Paul Auster, Hemingway… Saymakla bitmez ki…
edebiyathaber.net (18 Mayıs 2017)