“Mutsuzluğunun farkında olmayan bunca insanın
mutluluğu beni ürpertiyor.”
Başka bir dilde, başka bir zamanda konuşuyordunuz onunla. Aranızda akıp giden sözlerin her birinin bükümlendiği yerde bir bahçe kurma düşü gibi yeni diller, yeni imgeler yaratıyordunuz.
Şimdi uzağındasınız her şeyin. Zamanın uğultusu sarmış dört bir yanı. Canhıraş kaygılar, sığıntı çadırlarının gölgelediği bakışlar adlandırılmayı bekliyor ötede.
Oysa sen, kendini alıp taşıdığın yer/zaman/coğrafyaya dair sonradan öğrendiğin her şeyi unutmaya kararlıydın.
Masanda okuduğun kitabın zamanı tek zamanındı şimdi.
Jacob ve Esther Blau’nun kızları Deborah’ı çıkardıkları yolculuğun en başına dönmüştün yıllar sonra.
Mademki o ses, o imge, o yolculuk gelip bulmuştu seni gene… Evet, artık ürkmeden yol alabilirdin. Çünkü yabancısı olmadığın bir yerden ve akıl tutulmasından söz ediyordu anlatıcı.
Burukluk hayatın her yerinde.
Sözde, eylemde, ruhumuzun derinliklerinde.
Ve bizim o küskün olgunluklarımız bütün bunların örtüsü olabiliyor zamanla.
Belki de kendimizi kaygılardan uzak tutmak, katlanma düzeyine varan duygu durumlarından kopmak için taşındığımız yerdi orası.
Zamanı silen, hayatın tüm gri noktalarını yok eden; ruh ipiltilerine kapıldığın sanrılı ânlarında gelip o istenmeyen yerde istenen zamanı yaratan bu yeni benlik durumuyla yüzleşebilmen için senin de o yolculuğa eşlik etmen gerekirdi.
Buna varmadan, o kapıları bir bir açıp zihninin yeni kanatlarını takınmadan yer değiştirmen, yeni bir mekânda nefes alman gerektiğine inandırmıştın kendini.
Kimsiz kimsesizlik burcunda ruhunu ve bedenini gezindirdiği zamanlarını düşünüyordun ara ara. O ki; dikbaşlıydı hayata karşı. Ama bazen Gregor Samsa’nın kimliğine bürünerek ruhunun tutsağı olabiliyordu.
Deborah’ın aklına uyup ona yol arkadaşlığı ediyorsun. İkiniz de anlatıcıyı öteliyorsunuz bir süreliğine.
Toni Morrison’un şu sözlerini de aklında tutuyorsun bir süreliğine:
“Benim hislerim de herkesinkiler gibi önyargıların ve kanaatlerin neticesidir. Ama ben fikrin karmaşıklığıyla, hassaslığıyla ilgileniyorum.”
Kaybolmak ve o bulanık dünyadan çıkmak isteyen kim?
Kendince kurtuluşu arayan, bırakınca her şeyin sağalabileceğini sanan…
“Orası ona iyi gelecek,” diyen yaban bakışın sevgisizliğini hiçbir yere sığdıramıyorsun.
“İyi bir yer orası!”
Onun zaman dalışlarının nasıl bir akıl tutulmasıyla oluştuğuna adım adım tanıklık ediyorsun.
Onu karanlığa götüren yolun yolcusu olalı beri sözcükler başka anlamlara bürünüyor, görüyorsun bunu da.
“Deborah Blau birden özgürlükten koptu, tepesi üstü yuvarlanarak çarpışan iki dünyanın arasında kalıp paramparça oldu. Daha önceleri de hep olduğu gibi, garip biçimde sessiz bir parçalanmaydı bu.”
Bilirsin ki, sızıya giden yol parçalanmalardan, çözülmelerden geçer.
Sonrasında adına “başka dünya” denen bir gerçeğin öyküsü başlar. Yüzleşilen gerçek demir kadar soğuk, serttir. Duygu aramanız boşunadır orada.
Ağrılarınızın, sızılarınızın farkında olmayan; hatta incinmelerinize umarsız kalan göz… Tıpkı Esther Blau’nun hissizliği gibi çıkıyor karşınıza zaman zaman.
Bırakılmışlık duygusunu ne ötelenmişlik, ne de unutulmuşlukla açıklayabilirsiniz.
Hele o burukluğu yaşamadıysanız bunu anlamanız, anlamlandırmanız zordur.
Sonra düşündün: Deborah’ı kim sever… Kim ona şefkatli gözlerle bakar… Ve kim ses verir en darda kaldığı ânlarda…
İnsan sesiyle de tutabilir birini, tutunabilir birbirine.
Ve belki de acıya tanıklığın diliyle konuşmalı şimdi, Deborah!
Gözlerindeki hüznü anlamak için dokunmalı, bir insanın bir insana yüreğini nasıl açabileceğini ve bir insanı nasıl sevebileceğimizi öğretmeliyiz birbirimize.
Sürekli geri çekilerek yaşanmayacağına göre, gitmenin yolunu yordamını öğretmeliyiz birbirimize.
Deborah’ın sanrısını göremeyen baba Jacob, kendince “kurtuluş” sandığı cehennemin farkında olamayan anne Esther hiçbir zaman o yolu bilemeyen, bulamayan iki insan olarak çıkıyordu karşına burada.
Onların bu sağırlığı, körlüğü kendi kurtuluşlarının gölgelediği zamanın adıydı aslında.
Ötedünya’yı, yani yalıtılmış bir hayatı seçmeye iten bu duygusuzlukla baş etmeyi adım adım öğrenecekti Deborah.
Tutup şunları yazdırıyor sana, o:
- Boşluk,
- Uğultu,
- Hiçlik,
- Gözaltı,
- Kesikler,
- Sıkkın,
- Alaycı,
- Aradünya,
- Engel,
- Ceza,
- Duygusuzluk,
- Yitmek,
- Sığınmak,
- Silikleşen,
- Düşüş,
- Nefret.
Tanılar, tanımlar ilgilendirmiyordu seni. Duygunun gözüyle bakıp aklın taşıdığı bilinç ışıltısıyla görmeye, anlamaya, hatta dokunmaya çalışıyordun.
Bu “ara zaman”da gelip Deborah’ın öyküsünün seni bulması bir rastlantı değildi elbette.
Ötede, onunla, “Melankolinin Anatomisi”ni konuşuyordunuz. Albrecht Dürer’in resimlerine göz atma gereğini hissetmiştin o konuşma sonrasında. Elindeki bir gravür baskıdan gözlerini alamıyordun.
İnsan ruhunun kaygılarını, sızılı yanlarını ele veren bu bakış hep ürkütücü gelmiştir sana.
Nürnberg’de karşına çıkan Dürer’in evindeki kasvet, kentin “taş” ruhu, labirenti andıran sokaklar, içinden geçen nehir…. O meydandaki Dürer bakışı… Gelen geçeni durduran, ama bir o kadar da ürküten yaratıcının da “delirium” içindeki zamanlarını düşündürtmüştü sana.
Tıpkı, şimdi, Johanne Greenberg’in kendi öyküsünden yola çıkarak yazdığı “Sana Gül Bahçesi Vadetmedim” romanının hatırlattıkları gibi…
Susturulmuş benliğin dile gelişini ancak yazıda gerçekleştirebiliriz.
Yaşanan hayata içinden ve öteden bakarak, imgeleminizi getirip bunlarla buluşturarak yazabilirsiniz…
Feridun Andaç – edebiyathaber.net (7 Ağustos 2018)