Zamanın kendisinden uzaklaştığını da söyleyen şair “Çalabilir misin eski şarkıları hala” derken gençliğimi duygularla dolduran eski şarkıları plaklardan ve radyolardan dinlediğim zamanlara götürüyor. Hemen Cahit Sıtkı uzaklaşan zamanlardan “ah o kadrini bilmediğim günler” diye hayıflanırken içimden bir karşı çıkış, kendime de Cahit’e de isyanım dikleniyor. Zaman benim gençliğimin kadrini bildi mi, zaman her türlü cefası ile gelip çökmedi mi ve daha nice başkaldırı sorularını sıralıyorum. Ama eski şarkıların kulağıma dolan nağmeleri yeni baştan yaşatan gençliğime götürürken “gözlerinin içine yağmur yağan” şair bütün duygularımı geçmişiyle geleceği ile ıslatıyor, yıkıyor, gözlerim yağmurlara özeniyor, hayatın bin bir acılarıyla kuruyan göz pınarları hem benim hem de Rilke ’den uzaklaşan zamanlarımıza ılık ılık akıyor. “Benimse, ah ey tanrım, benimse üzerimde çatı yok ve yağmur gözlerimin içine yağıyor” diyen Rilke’yi okumakta çok geç kalmış olduğumu düşünüyorum. Öyle ki onun geç zamanda okuduğum Malte Lauridds Brigge’nin Notları kitabı yazarın yazın hayatına da önemli bir etki yapmış. Rilke’nin kitabını 1910 yılında bitirir bitirmez bu eserini aşamama kaygısı taşıyarak büyük bir üretkenlik krizine girdiği, krizi aşmak için çare olarak çeviriler yaparak oyalandığından bahsedilir. Birçok yazar ve şair gibi sakinliğe, ruhundaki durulma ve dalgalanmaya ancak yazarak kavuşmaya çalışmış. Hatta edebiyatımızda sıkça tekrar edilen “Evet, yazmak zorundaydım, yoksa çıldıracaktım” sözünü belki de ilk defa söyleyen Rainer Maria Rilke olmuştur diye de düşünebiliriz.
Almanca ve Fransızca da yazan Rilke, Avusturyalı bir şair ve romancıdır. Birçok şair gibi hayatında inişleri çıkışları, sevdaları, hüzünleri ve öfkeleri olan gezgin bir şair. Onun adı geçen kitabını aldığım tarihten bu yana otuz yıldan fazla bir zaman geçmiş olmasına rağmen okumak ancak bu günlere rastladı. Behçet Necatigil’in akıcı çevirisinden keyif alarak okuduğum bu kitap için kimileri roman, kimileri otobiyografik bir nitelik taşıyan günce, bazılarının da roman kalıplarının dışına çıkan bir yapıt olarak adlandırması kitabın zengin farklılığını da belirlemektedir. Hatta bazıları için bu eser varoluşçu edebiyatın ilk parlak örneği olarak da işaret edilir.
Rilke ne etkilenmekten çekinen ne de etkilendiğini saklayan bir şair. Rilke, şair Verlaine okuyor, şiirlerinden etkileniyor, önce Verlaine olmak istiyor. Hatta “olmak istediğim şairin ta kendisi” diyor. Sonra onun Paris’te değil dağda, sakin bir evde oturduğunu; penceresinden ve kitap dolabındaki, sevimli, sessiz bir çevreyi düşünceli düşünceli aksettiren cam kapılardan bahseden ihtiyar bir şair olduğunu keyifle anlatıyor. Rilke’nin “talih” anlayışında zamanımızda büyük kentlerin hayhuyundan sıkılan insanların hayalleri gibi olanları süslüyor: “Babadan kalma bir evin sessiz odacığında yerli yerinde sakin eşya arasında oturmak ve dışarıda açık yeşil ve ferah bahçeden, ses denemeleri yapan ilk ispinozların ve uzakta köy saatinin sesini duymak” büyük bir talih, büyük bir mutluluk onun için. Böyle mutlu bir şair olmak “dünyanın bir yerinde, metruk, kapalı kır evlerinden birinde oturabilseydim ben de böyle bir şair (Verlaine) olacaktım diye düşünmek” Rilke’nin düşünceleri arasında yer alıyor. Burada nasıl yaşayacağının düşünü kurarken; “orada eski eşyalarımla, aile resimleri ve kitaplarla yaşardım… Yalnız fildişi renginde, sarımtırak deri ciltli, ilk sayfasında çiçekli eski bir resim bulunan bir defter: bu deftere yazardım. Çok şey yazardım, çünkü aklıma çok şeyler gelirdi ve pek çoklarına ait hatıralarım olurdu” diyor. Şairin bu sözlerinde o kadar güçlü arzu ve bir o kadar da insanı saran doğallık var ki şahsen bu anlatılanları yaşamış gibi hissettim. Çocukken kurduğum kitaplık düşlerimi, hatta lokum sandıklarını üst üste koyarak yapmaya çalıştığım ilk kitaplığımı hatırladım, o günlerin ne kadar benden uzaklaştığını, o duygularımı bir daha hiç yaşayamayacağımı düşündüm.
Yirmi birinci yüzyılın ilk çeyreğine ulaştığımız zamanımızda şairlerin şairleri okuması, gerektiğinde eserlerini çevirmelerinin giderek azaldığını düşünüyorum nedense. Oysa Behçet Necatigil’in Rilke’yi çevirdiği gibi Rilke zamanında da şairlerin şairleri okuduğunu ve eserlerini çevirdiğini okuyoruz. Şairler sadece kendi şiirleriyle değil başka şairlerin şiirleriyle de besleniyorlar. Rilke, P. Verlaine, Charles Baudelaire, E. Allen Poe ve başka şairler de şiir çevirilerine yer vermişler, şiirsiz bir hayat düşünememişlerdir.
Nitekim Baudelaire şimdilerde bizlere büyük bir iddia gibi gelecek bir söz söyler, devlet yönetiminde olanlara “güç sizde” der ve ekler:” hiç birinizin nasıl güçten vaz geçmeye hakkı yoksa, şiirden de vaz geçmeye hakkı yoktur. Üç gün ekmeksiz yaşayabilirsiniz, ama şiirsiz asla; içinizden bunun aksini söyleyenler, yanılıyor: Kendilerini tanımıyorlar.” Bu düşünceler Rilke için de geçerlidir. Şiir onun da yazı hayatının merkezidir. İnsanları birbirlerine yabancılaştıran çağa da ancak şiirle karşı konulabileceği gibi düşünceler içerisindedir.
Rilke’nin hayatı doğrudan veya dolaylı yollardan, bir kısım sebeplerle başka şairlerle de kesişmiştir. Irvın Yalom’un “Nietzche Ağladığında” adındaki eserini okuyanlar hatırlayacaklardır. Oradaki kahramanlardan Salome gerçek hayatta da Nietzsche’nin sevgilisidir. Aynı kadın daha sonra Rilke’nin sevgilisi oluyor, onunla gezilere çıkıyor. Hatta Rilke’nin sanatçı kişiliğinin gelişmesinde büyük rol oynadığı ama onun ruh sağlığının bozulmasına sebep olan, yazarı terk edenler arasında Salome’nin de olduğu belirtiliyor.
Yazının başında ifade ettiğim ve Rilke’nin de dediği gibi gün geliyor zaman kendisinden tamamen uzaklaşıyor. Şiirler de şairler de zamanından çıkıyor. Stefan Zweig’ın, Rilke’nin ölümünden sonra yaptığı veda konuşmasındaki “Bir müzikle geldi Rilke, müziği gidişinden sonra da kalacak” ifadesi onu okuyanlarca da onaylanacaktır sanıyorum.
edebiyathaber.net (2 Mayıs 2024)