“Kitabı okuyup bitirdiğimde insanın da aslında kurulan ve kurulduğu sürece tıkır tıkır işleyen bir makine olduğunu düşündüm. Doğduğumuz, yaşadığımız ve öldüğümüz düşünüldüğünde; bizim de on dokuzuncu asır Almanya’sında üretilen ve bir dizi hareketi yapabilen bir otomaton ördekten ne farkımız var?”
Hayatınızın size özgü bir akışı olduğunu mu düşünüyorsunuz? Hikâyenizin varoluşumuzdan bu yana anlatılan diğer hikâyelerden farkı ne? Geçmişin kurgusunu anın kurgusundan bütünüyle ayırmak sizce de çok cesurca değil mi?
Bu soruları zihnime düşüren Peter Carey’in “Gözyaşının Kimyası” adlı son romanı oldu. Farklı hayatların “ortak” kurgusunda sizin de sorular sormanızı sağlayacak olan kitap bilincinize tehlikeli bir yolculuk vaat ediyor.
Swinburne Müzesi’nin ilk kadın horolojisti olan Catherine Gehrig’in on üç yıl boyunca ‘yasak aşk’ yaşadığı iş arkadaşı Matthew Tindall’ın ani ölümü ile başlıyor hikâye.
Catherine bir sır gibi sakladığı sevgilisinin ölümüyle derin bir boşluğa sürükleniyor.
Gizli aşkının yasını iç dünyasının yalnızlığında tutmaya çalışırken Henry Bradling’in hikâyesi çıkıyor karşısına. Zamanı ölçen tüm aletleri ve kurmalı motorları avucunun içi gibi bilen Catherine’e verilen yeni görev, 1854 yılında Karslruhe’de özel olarak tasarlanmış bir otomatonun yeniden çalışır hale getirilmesi oluyor. Bu otomaton, Henry Brandlig’in bronşit hastası oğlu Percy için yaptırdığı bir ‘ördek’ otomatonu. Bu aletin yapımı için verilen sandıklardan çıkan defterlerde Henry Brandlig, İngiltere’den Karslruhe’ye uzanan yolculuğunu ve ördek otomatonun yapımı için verdiği çabayı anlatıyor.
Catherine ve Henry karakterlerinin zihnimizde şekillenmesini sağlayan unsurlar Carey tarafından ustaca tasarlanmış. Carey’in kurgusundaki ustalık farklı çağlarda yaşayan iki karakterin tekil ve çoğul anlatımlarıyla ortaya çıkıyor. Catherine’nin iç monologlarıyla anlamaya çalıştığımız ‘çaba’ aynı zamanda Henry’nin günlükleri yoluyla bize aktarılmakta. Carey kimi zamanda iki anlatıcıyı ortak bir metinde buluşturarak çoğul bir anlatıma erişmiş.
Catherine’nin bir kadın olarak konumlanışı çağımızın ‘sıradan’ anlayışıyla örtüşmekte ancak ‘antik horoloji’ söz konusu olduğunda ister istemez karakterin sıradışılığı ortaya çıkıyor. Bu sıradışılığın mesleki özelliklerinden geldiğini Catherine bir monologunda şöyle ifade etmekte;
“Kimseye ayrımcılık yapmadığımız konusunda ısrarcı davransak da içten içe kalıplaşmış yargıların doğruluğuna inanırdık. Mesela bir horolojist, güzel bacaklı, genç bir kadın olamazdı; onun sınıfın inek öğrencisi gibi davranması, kısa boylu ve sarı saçlı olması, temkinli ve biraz garip davranması, göz teması kurmakta zorlanması daha uygundu.”
Catherine’nin algısında, kurulduğu zaman tıkır tıkır işleyen makinelerin yeri oldukça büyük. Zembereklerin ve yayların arasında geçirdiği günler kişiliğini belirlemiş, kendisini bir makine olarak tanımlamasına yol açmıştır;
“Ne benim esrarı, ruhlarla açıklayacak vaktim vardı ne de Matthew’un. Çünkü bizler merak duygusunu ve Vermeer ile Monet’ye hayranlığını yitirmeyen karmaşık, kimyasal makinelerdik. Bedeni tuzlu suda yüzen, batan güneşin karşısında coşku duyan makineler.”
Catherine bir sırrın kendisini yalnızlaştırdığını ve müzelerin sırların saklandığı mekânlar olduğunu anladığında, Henry’nin hikâyesiyle kendi hikâyesini bağdaştırmaya başlayacak ve müzelerde saklanan büyük sırların koruyucusu olmaktan çıkarak Henry’nin umudunun ortağı olacaktır. Catherine’nin yalnızlığı Henry’nin süzgecinden geçerek sadeleşecek ve Henry’nin asırlar önce planladığı ördek otomatonun yeniden yapım süreci ortak bir ruhun farklı çağlardaki çabasına dönüşecektir.
Carey, Henry’nin defterleri üzerinden oldukça etkileyici doğa tasvirleri yapmakta ve okuyucuyu farklı bir çağın doğasına davet etmektedir. Okuyucu, Henry’nin uzun yıllar önce oğlunu kurtarmak için düştüğü bu duygusal yolculuğun çağımızda bir ‘mekanik algıya’ terk edildiğini görecektir.
Gözyaşlarımızın kimyası değişmiş midir? Duygularımızın bıraktığı gözyaşları ile gözlerimizi nemli tutmak için ürettiğimiz gözyaşları farklı mı? Hüzünlerimizin veya sevinçlerimizin mekanik bir algıya terk edildiğini söylemek için çok mu erken? Kitabı okuyup bitirdiğimde insanın da aslında kurulan ve kurulduğu sürece tıkır tıkır işleyen bir makine olduğunu düşündüm. Doğduğumuz, yaşadığımız ve öldüğümüz düşünüldüğünde; bizim de on dokuzuncu asır Almanya’sında üretilen ve bir dizi hareketi yapabilen bir otomaton ördekten ne farkımız var?
Carey herkesin aynılaştığı dünyamıza bu kitabı armağan etmiştir. Gözyaşının kimyası gözyaşlarımızın kimyasıdır. Bu kitabı okuyun. Mekanik bir aletin yeniden yapım süreci mahremiyetinizi sorgulayacak ve anlatılan hikâyenin kendi hikâyelerinize nasıl uzandığını göreceksiniz. Sorularınıza cevap bulabileceğinizi söyleyemem ama kendinize yeni sorular soracağınıza eminim.
“Descartes tüm hayvanların otomaton olduğunu söylemişti. Eminim ki aynı şeyin insanlar için de geçerli olduğunu söylemediyse, tek sebebi işkence görmekten korkmasıydı”
*Peter Carey’i tanıyor musunuz?
Avustralyalı yazar Peter Carey Melbourne doğumlu bir Newyork sakini. Booker Ödülü’nü iki kere kazanan sayılı yazarlardan. Gençliğinde geçirdiği bir trafik kazası sonrasında kimya eğitimini yarıda bırakarak reklamcılık sektörüne dâhil olmuş. Edebi altyapısını James Joyce, Samuel Beckett, Franz Kafka ve William Faulkner okumalarının oluşturduğu biliniyor. Eserleri arasında “Oscar and Lucinda” adlı romanı öne çıkmıştır.
Uğur Okman – edebiyathaber.net (13 Aralık 2013)