Kadın erkek ilişkilerine dair bugüne dek yazılan metinleri bir araya getirsek Mars’tan Venüs’e yol olur, cinsiyetler arası bir ölçüm birimi olan bu mesafeyi de kapatmış olurduk kuşkusuz. Öte yandan, yola koyacağımız metinlere “farklı bir söz söyleyebilenler” diye bir kriter getirsek, buradan Mecidiyeköy’e zor uzanır herhalde… Çağnam Erkmen’in ikinci öykü kitabı YOK, bu ikinci yolun en sağlam taşlarından birisi olmaya aday.
“Aşka dair, ilişkilere dair” dendiğinde akla gelen, kişisel gelişimcilerin veya –ne demekse- aşk psikologlarının kitaplarında bahsi geçen yüzeysel “Ona küçük sürprizler yapın,” “Yatağa küs girmeyin” zırvalarından değil elbette bahsettiğim; Erkmen, gerçekçi, samimi ve derinliğe sahip öykülerle ele alıyor konuyu ve klişelere göz dahi kırpmadan tüm vuruculuğuyla anlatıyor meselenin özünü.
Modern çağla birlikte daha yüksek sesle dile getirilmeye başlanan ancak aynı oranda da kalıplaştırılarak kendi çelişkileri içerisinde debelenmeye mahkûm edilen “güçlü kadın” profiline karşı çıkıyor Erkmen: “Bağımsız, dik duran, birey olarak varlığının farkında, başarıların peşinde, her şeye yetişen, hayattan zevk almasını bilen…” insanlar olmak yetmiyor “güçlü kadın” olmak için, zira aşk denen hastalıklı duygu, bu özenle inşa edilen stereotipi temelinden sarsma gücüne sahip her daim. Aşka direnmeyi başaramayan, onu inkar ederek “yok” kılamayan kadınların hüzünlü öykülerinden anlıyoruz bunu. “Bu kentli öykülerin karakterleriyle çok da farkınız yok. Kırılmayın. Sadece dikkat edin. Öykülere. Dikkatli okuyun onları. Aşk yok” diyor arka kapağında YOK’un. Öyküler ise tam tersini söylüyor: Aşk var ve dikkat edin; sizi yok edebilir.
Elbette bir “anti-aşk manifestosu” değil YOK. Daha ziyade manzarayı gözler önüne sermekle yetinen, neyin doğru neyin yanlış olduğunu söylemeye kalkmadan yalnızca gözlemlerini ve tespitlerini sunan öyküler bunlar. Basmakalıp düşüncelerden, sözlerden ve kurgulardan uzak: Kah eski sevdiğine e-posta yazan bir lezbiyeni kah tekne gezisindeki garson kıza ilgi duyan sosyetenin gözde isimlerinden orta yaşlı bir zamparayı dinliyoruz. Gördüğü şiddeti normalleştirmeye çalışmayan ancak dur da diyemeyen aşık kadını, o pek güzel 2013 Haziran’ından yine o pek güzel gecede düşüncelerini toparlayamayan genç adamı, kaybedilen bir silginin hatırasının hayat boyunca etkisi altına aldığı çifti okuyoruz.
Bir “ikinci kitap” için ziyadesiyle oturmuş bir dili var YOK’un. En az seçtiği konular kadar çeşitli anlatım tarzları, hatta farklı biçemlere rağmen bu oturmuş dil, ortak temanın da yardımıyla, kitap boyunca bütünlüğü koruyan ancak kolayca düşülebilecek tekdüzelik çukuruna takılmayan bir anlatım çıkarıyor ortaya. Söylediklerinin yanında söyleyiş biçimiyle de farklılık göstermeyi başarmış Çağnam Erkmen.
Kitabın yegâne handikabı karakterlerin çoğuna sinmiş olan orta ve üst sınıflara özgü züppelik kokusu. Poker partilerinden tekne gezilerine, onlarca kez çıkılmış Paris seyahatlerinden büyük davetlere, pek de gündelik hayata yakın durmayan, dolayısıyla okuduğu metinde tam anlamıyla kendisini bulmak kaygısı güden okurun bu beklentisini karşılamakta zorlanacağı mekân ve atmosfer seçimleri yabancılaşmayla birlikte bir istihfafı da beraberinde getirme riski teşkil ediyor. Ancak Erkmen hem seçtiği tema ve yarattığı kişiliklerle “o kadar da yabancı olmayan” öyküler anlatmayı, hem de altını doldurduğu karakterleri ve hafifsemeye müsaade etmeyecek şekilde sağlam temelli kurgularıyla bu riski bertaraf etmeyi başarıyor biraz sabırlı okurlar için.
Kısacası farklı hayatların o kadar da farklı olmayan insanlarını görmemizi sağlıyor Çağnam Erkmen YOK’ta. Sadece sınıfsal farklılıklar değil elbette kastettiğim; “erkekler Mars’tan kadınlar Venüs’ten” palavrasına karşı “hepimiz dünyadanız” diyor; “çelişkilerimizle, duygularımızla, doğrularımız, yanlışlarımızla biz biziz; çok farklıyız ancak özde aynıyız, insanız, farkımız yok,” diyor. Böyle düşünenlere de, Erkmen’in gözüyle bir kez daha görmek düşüyor gerçekleri.
Tankut Yıldız – edebiyathaber.net (15 Mayıs 2015)